*
Kayseri Engelliler Derneği Telefon 0533 392 33 88

Kayseri Engelliler Derneği Telefon 0533 392 33 88

Gönderen Konu: Bertrand Russell- Sorgulayan Denemeler  (Okunma sayısı 5679 defa)

Çevrimdışı melleseferi

  • öMeR
  • Administrator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 20677
  • SiTe YöNeTiCiSi
    • MeLLeSeFeRi.com
Bertrand Russell- Sorgulayan Denemeler
« : Eylül 14, 2012, 08:57:06 ÖÖ »
Sorgulayan Denemeler

Bertrand Russell

Çeviri: Nermin Arık

TÜBİTAK POPÜLER BİLİM KİTAPLARI

İçindekiler

  Giriş: Kuşkuculuğun Önemi Üzerine

  Düşler ve Gerçekler

  Bilim Boş-İnanlı mıdır?

  İnsan Rasyonel Olabilir mi?

  Yirminci Yüzyılda Felsefe

  Makineler ve Duygular

  Davranışçılık ve Değerler

  Doğu'nun ve Batı'nın Mutluluk İdealleri

  İyi İnsanların Yol Açtıkları Kötülükler

  Püritenizmin Dönüşü

  Politikada Kuşkuculuk Gereksinimi

  Özgür Düşünce ve Resmi Propaganda

  Toplum İçinde Özgürlük

  Eğitimde Özgürlük ue Otorite

  Psikoloji ve Politika

  İnan Savaşları Tehlikesi

  Geleceğe Dönük Bazı Tahminler

  Giriş: Kuşkuculuğun Önemi Üzerine

  Okuyucularıma, üzerinde hoşgörü ile düşünmeleri için, belki de son
derece paradoksal ve yıkıcı görünebilecek bir doktrin sunmak istiyorum.
Söz konusu doktrin şudur: Doğru olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmayan
bir önermeye inanmak sakıncalıdır. Böyle bir görüşün genel kabul görmesi
durumunda bütün sosyal yaşamımızın ve politik sistemimizin tümüyle
değişeceğini kabul etmeliyim; şu anda ikisinin de kusursuz
olmasının bunu güçleştireceğini de kabul ediyorum. Ayrıca (ve daha önemli
olarak) bu görüşün, bu dünyada ve sonrasında başarılı olmayı haketmek
için hiçbir şey yapmamış insanların akıldışı umutlarından çıkar sağlayan
kişilerin (gaipten haber verenler, çifte bahisçiler ve din adamları
gibi) gelirlerinin azalmasına yol açacağının da farkındayım. Bu önemli
düşüncelere karşın, ileri sürdüğüm paradoksun savunulabileceği kanısındayım
ve şimdi bunu yapmaya çalışacağım. İlkönce, aşırılığa kaçtığım düşüncesine
karşı kendimi savunmak isterim. Ben İngilizlerin ılımlılık ve uzlaşmaya olan
tutkularını paylaşan bir İngiliz Whig'iyim (Whig: 17. ve 18. yüzyıllarda
hükümdara kargı Parlamento'nun üstünlüğünü savunan (ve sonradan yerini
Liberal Partiye bırakan) siyasal parti üyesi. (Ç.N.)). Pyhrrhonizm
(kuşkuculuğun/skeptisizmin eski adı)'in kurucusu olan Pyhrro hakkında bir
öykü anlatılır. Pyhrro, bir eylemin diğerinden daha akıllıca
olduğundan emin olmamız için asla yeterince bilgiye sahip olmadığımızı ileri
sürmüştü.

  Öyküye göre gençliğinde bir akşam yürüyüşü sırasında, felsefe hocasını
(ilkelerini ondan almıştı) kafası bir çukura sıkışmış ve kendini kurtaramıyacak
bir durumda görür. Bir süre onu seyrettikten sonra, yaşlı adamı dışarı çekmenin
bir yararı olacağını düşünmek için yeterli neden olmadığına karar verip
yoluna devam eder. Onun kadar kuşkucu olmayan çevredeki insanlar hocayı kurtarırlar
ve Pyhrro'yu acımasızlıkla suçlarlar.

  Ancak hocası, kendi öğretisine sadık kalarak, onu tutarlılığından dolayı kutlar.
Ben bu ölçüde abartılı bir kuşkuculuk önermiyorum. Teoride olmasada pratikte,
sağduyudan kaynaklanan gündelik inançları kabul edebilirim. Bilim alanında
tam kabul görmüş bir sonucu, kesin doğru olarak değil ama rasyonel bir eylem için
yeterince olası bir temel olarak kabule hazırım.
 
  Falan tarihte bir ay tutulması olacağı söylenirse bunu, gerçekleşip
gerçekleşmediğini görmek için gökyüzüne bakmaya değer bulurum.
Pyhrro ise farklı düşünürdü. Bu nedenle, bir orta yol benimsediğimizi
söylememin yerinde olacağını sanıyorum. Ay ve Güneş tutulması örneğinde olduğu gibi,
araştırmacıların üzerinde anlaştığı konular vardır. Uzmanların tam anlaşamadığı
konular da vardır. Bütün uzmanlar hemfikir olduklarında bile yanılabilirler.

  Einstein'ın ışığın yerçekimi etkisiyle sapmasının niceliği konusundaki savı bundan
yirmi yıl önce, bütün uzmanlar tarafından rededildi; ama doğru olduğu ortaya çıktı.
Yine de, uzman olmayanlar, uzmanların görüş birliği içinde oldukları bir savın
doğru olmasını, olmamasından daha olası kabul etmelidirler.

  Benim savunduğum kuşkuculuk şundan ibarettir: (1) Uzmanlar bir görüşte
hemfikir ise, bunun tersinin doğru olduğundan emin olunamaz. (2) Uzmanların
hemfikir olmadığı bir görüş uzman olmayanlarca kesin doğru olarak kabul
edilemez. (3) Bütün uzmanlar, doğru olması için yeterli neden bulunmadığını
kabul ediyorlarsa, sıradan bir kimsenin karar vermekte çekingen
davranması akıllıca olur.

  Bu öneriler her ne kadar ılımlı görünüyorlarsa da, eğer kabul edilirlerse
insan yaşamını kökünden değiştirebilirler.

  İnsanların uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldıkları fikirler bu
kuşkuculuğun reddettiği yukarıdaki üç gruptan biri içinde yer alır.
Herhangi bir görüş rasyonel nedenlere dayanmaktaysa, insanlar bu nedenleri
ortaya koyar ve etkilerini beklerler. Böyle durumlarda bunları ateşli bir
şekilde savunmazlar; sükunetle benimserler ve nedenleri soğukkanlılıkla
açıklarlar. Ateşli bir şekilde savunulan görüşler asla iyi bir temele
dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de şiddetli duygusallık, görüş sahibinin
rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir. Politika ve din
konularındaki görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı
olan türdendir. Bu konularda güçlü inançları olmayan kişiler, Çin'in
dışındaki ülkelerde zavallı yaratıklar olarak düşünülür; kuşkuculardan,
kendilerininkine tümüyle karşıt olan düşüncelere sahip kişilerden daha çok
nefret edilir. Günlük yaşamın bu konularda fikir sahibi olmayı gerektirdiği
ve daha rasyonel davranmanın toplum yaşamını olanksız kılacağı
düşünülür. Ben bunun tam tersine inanıyorum; nedenini de açıklamaya
çalışacağım.

  1920 sonrasındaki işsizlik sorununu ele alalım. Siyasal partilerden biri,
bunun sendikaların suçu olduğu kanısındaydı. Bir diğeri, nedenin Kıta
Avrupasındaki kargaşa olduğuna inanıyordu. Bir üçüncüsü de, bunların rolü
olduğunu kabul etmekle beraber, sıkıntının temel nedenini, İngiltere
Bankası'nın sterlin değerini yükseltme politikasına bağlıyordu. Bana
anlatıldığına göre, uzmanların çoğu bu üçüncü partiye mensuptu; ama partide
uzmanlar dışında kimse de yoktu. Politikacılar parti edebiyatlarına uygun
olmayan görüşlere ilgi duymazlar; sıradan insanlarsa felaketleri düşmanların
entrikalarına atfetmeyi yeğlerler. Sonuçta da insanlar konu ile ilgisi
olmayan şeyler için veya o şeylere karşı savaşırlar. Rasyonel düşünce sahibi
birkaç kişiye ise, hiç kimsenin hislerine hizmet etmediklerinden, kulak
asılmaz. Bu üçüncü partinin, yandaş toplamak için insanları İngiltere
Bankası'nın kötü olduğuna inandırması; işçileri kendi saflarına çekmek için
İngiltere Bankası yöneticilerinin sendika hareketine düşman olduğunu
göstermesi; Londra Piskoposu'nu saflarına almak için de bu yöneticilerin
"ahlaksız" olduklarını göstermesi gerekirdi. Para konusunda tutumlarının
yanlış olması da tüm bunların bir sonucu olarak görülürdü.

  Bir başka örnek ele alalım. Sosyalizmin insan doğasına ters düştüğü sık
sık dile getirilir. Bu sav sosyalistler tarafından, karşıtlarından aşağı
kalmayan bir şiddetle reddedilir. Bu konu, ölümü çok büyük bir kayıp olan
Dr. Rivers'ın University College'de verdiği bir derste irdelenmiş ve
ölümünden sonra yayınlanan Psychology and Politics (Psikoloji ve Politika)
kitabında yer almıştır. Bildiğim kadarıyla, bu konunun bilimsel denebilecek
tek tartışması da budur. Yazar, sosyalizmin Melanesia'da insan doğasına ters
düşmediğini gösteren bazı antropolojik veriler ortaya koymakta; sonra
da, Melanesia'da insan doğasının Avrupa'daki ile aynı olup olmadığını
bilmediğimize işaret etmekte ve sosyalizmin Avrupa insanının doğasına ters
düşüp düşmediğini anlamanın tek yolunun onu denemek olduğu sonucuna
varmaktadır. Ulaştığı bu sonuç nedeniyle İşci Partisi'nden adaylığa istekli
olması ilginçtir. Ancak bu adayın, politik tartışmaları genellikle saran hırs
ve öfke havasını artırıcı bir etki yapmayacağı kuşku götürmez.

  Şimdi de, insanların serinkanlılıkla tartışmada güçlük çektikleri bir
konuya, evlilik törelerine el atacağım. Her ülkede insanların büyük bir
bölümü, kendilerininkinden farklı olan evlilik törelerinin ahlaka aykırı
olduğuna inanmışlardır; bu görüşe karşı çıkanların ise kendi sorumsuz yaşam
tarzlarını haklı kılmayı amaçladıklarına. Hindistan'da geleneklere göre dul
kadınların yeniden evlenmeleri, akılalmaz ölçüde korkunç birşey sayılır.
Katolik ülkelerde boşanmak çok büyük bir günah olarak düşünülürken evlilikte
sadakat kurallarına yapılan bazı ihlaller, en azından erkeklerce yapılmışsa,
hoşgörüyle karşılanır. Amerika'da boşanmak kolaydır, ama evlilik dışı
ilişkiler şiddetle kınanır. Müslümanlar, bize çok aşağılayıcı gelen çok
eşliliğe inanır. Bütün bu farklı görüşler aşırı bir şiddetle savunulur ve
bunlara karşı gelenler çok acımasızca cezalandırılır. Ancak yine de, bu
ülkelerden hiç kimse kendi ülkesindeki törenin insan mutluluğuna katkısının
diğerlerinden daha çok olduğunu göstermek için en ufak bir çaba sarfetmez.

  Bu konuda yazılmış herhangi bir bilimsel çalışmaya, örneğin Westermarck'ın
History of Humcın Marriage (İnsan Evliliği Tarihi) adlı kitabına baktığımızda,
benimsenmiş önyargılı yaklaşımdan çok farklı olan bir hava ile karşılaşır,
insan doğasına ters geleceğini sandığımız birçok geleneğin var olduğunu
görürüz. Çok eşliliğin, saldırgan erkeklerin kadınlara zorla kabul ettirdiği
bir örf olarak açıklanabileceğini düşünürüz.

  Peki, bir kadının birden fazla kocasının olduğu Tibet gelenekleri için ne
söylenebilir? Tibet'i görenler oradaki aile yaşamının en az Avrupa'daki
kadar uyumlu olduğu konusunda bize güvence veriyorlar. Bu tür yazılardan
birkaçını okumak konuya açık kalplilikle yaklaşan herkesi tam bir
kuşkuculuğa yöneltecektir; çünkü öyle görünüyor ki, bir evlilik geleneğinin
bir diğerinden daha iyi veya daha kötü olduğunu söylememizi sağlayan
herhangi bir veri mevcut değil. Yerel kurallara karşı gelenlere hoşgörüsüzlük
ve acımasızlık içermeleri dışında ortak bir yanları yok. Günahın
coğrafi birşey olduğu anlaşılıyor. Bu sonuçtan hemen başka bir sonuç ortaya
çıkıyor: "Günah" gerçek olmayan yanıltıcı bir kavramdır ve onu cezalandırmak
için uygulanagelen zulüm gereksiz birşeydir. Çoğu kimseye hoş gelmeyen de
işte bu sonuçtur. Çünkü vicdan rahatlığıyla yapılan zulüm moralistler için
bir zevktir. Cehennemi de bu nedenle icadettiler.

  Milliyetçilik de kuşku götürür konularda ateşli inanç sahibi olmanın bir uç
örneğidir. Şunu rahatça söyleyebilirim: Büyük Savaşın tarihini günümüzde ele
alan bilimsel bir tarihçinin yazdıklarında, eğer bunlar savaş sırasında
yazılmış olsalardı, çarpışan ülkelerin her birinde tarihçinin hapse
atılmasına neden olacak ifadeler bulunması kaçınılmazdır. İnsanların
kendileri hakkındaki gerçeklere tahammül gösterdikleri, Çin dışında, hiçbir
ülke yoktur. Gerçekler normal zamanlarda sadece kabalık olarak, savaş halinde
ise suç olarak algılanırlar. Birbirinin karşıtı katı inanç sistemleri oluşur;
bu sistemlere yalnızca aynı ulusal eğilimi taşıyanların inanmaları, bunların
yapay olduğunu açıkça ortaya koyar. Ancak bu inanç sistemlerine mantık
uygulamak, vaktiyle dinsel dogmalara mantık uygulamanın günah olduğu kadar
günahtır. Bu tür konularda kuşkuculuğun neden kötücül olduğunu açıklamaları
istendiğinde insanların verdikleri yanıt, mitlerin savaşı kazanmaya yardım
ettiği, bu nedenle de rasyonalizmi benimseyen ulusların başkalarını
öldüremeyeceği, tersine, kendilerinin öldürüleceği, yolundadır. Yabancılara
tümden iftira yoluyla insanın kendisini korumasının utanç verici olduğu
düşüncesi, bildiğim kadarıyla, şimdiye dek Quaker'ler (17. yüzyıl ortalarında
kurulan, savaşa ve askerliğe karşı, hıristiyan oldukları halde kiliseye
gitmeyen, Dostlar Derneği üyeleri.(Ç.N.)) dışında ahlaki destek
bulamamıştır. Rasyonel bir ulusun savaşa hiç girmemenin yollarını bulabileceği öne
sürüldüğünde alınan yanıt ise genellikle hakaretten ibarettir.

  Rasyonel bir kuşkuculuğun yayılmasının etkileri ne olabilir? İnsanoğlu ile
ilgili olaylar güçlü tutkulardan kaynaklanır; bu da onları destekleyen
birtakım mitlerin doğmasına yol açar. Psikanalizciler bu sürecin kişisel
görünümünü, vesikalı ve vesikasız deliler üzerinde incelemişlerdir.

  Bazı aşağılamalara maruz kalmış bir kişi kendisinin İngiltere Kralı olduğu
yolunda bir kuram benimser ve kendisine bu yüce konumunun gerektirdiği saygı
ile davranılmamasını mazur göstermek için de zekice işlenmiş birsürü
açıklama icadeder. Bu örnekte, komşuları onun bu hayallerine sıcak bakmazlar
ve kendisini bir tımarhaneye kapatırlar. Fakat o kendi büyüklüğünü değil
de ulusunun veya sınıfının veya mezhebinin büyüklüğünü ileri sürerse,
görüşleri, dışarıdan bakan tarafsız bir kişiye tımarhanede karşılaşılanlar
kadar abes gelse bile, birçok yandaş kazanır; bir siyasal veya dinsel önder
olur. Bu yolla, kişisel delilikle benzer kuralları izleyen bir toplumsal
delilik gelişir. Kendini İngiltere Kralı sanan bir deli ile tartışmanın
tehlikeli olduğunu herkes bilir; fakat tek başına olduğu için onun hakkından
gelinebilir. Bütün bir ulus bir kuruntuya kapıldığı zaman, savlarına karşı
gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır; fakat o
ulusun aklını başına getirecek tek şey savaştır.

  Entellektüel etkenlerin insan davranışını ne ölçüde etkilediği konusunda
ruhbilimciler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Burada birbirinden
tamamen ayrı iki soru söz konusudur: (1) İnançlar, eylemlerin nedeni olarak,
ne ölçüde etkindirler? (2) İnançlar ne ölçüde mantıksal açıdan yeterli
delillerden kaynaklanırlar ve kaynaklanabilirler? Bu iki soruda söz konusu
olan entellektüel faktörün etkisine ruhbilimciler, sıradan insanların
vereceklerinden çok daha küçük bir yer vermekte uyum içindedirler; ancak bu
genel uyum alanı içinde önemli ölçüde derece farkları yer almaktadır. Bu iki
soruyu sırayla ele alalım.

  (1) İnançlar eylemlerin nedeni olarak ne ölçüde etkindirler? Bu soruyu
kuramsal olarak değil, sıradan bir insanın sıradan bir günde yaşadıklarını
ele alarak tartışacağız. Güne sabah yataktan kalkmakla başlar. Büyük
olasılıkla bunu hiçbir inancın etkisi olmadan, alışkanlık nedeniyle yapar.
Kahvaltı eder, trenine biner, gazetesini okur, işyerine gider; bütün bunları
yine alışkanlık nedeniyle yapar. Geçmişte bu alışkanlıkları edindiği bir
dönem olmuştur; en azından işyerinin seçiminde inancın bir etkisi vardır.
Belki de vaktiyle o işyerinde teklif edilen işin, bulabileceği en iyi iş
olduğunu düşünmüştür. Çoğu kişide mesleği ilk seçtiği zaman inancın bir rolü
olmuştur; bu nedenle de, o seçimin yol açtığı herşeyde inancın payı vardır.

  Eğer küçük bir görevli ise iş yerinde etkin irade kullanmaksızın ve inancın
açık katkısı olmaksızın, sadece alışık olduğu şekilde davranmayı sürdürebilir.
Sütunlarla rakamı toplarken uyguladığı aritmetik kurallarına inandığı
düşünülebilir. Ancak bu doğru değildir; bu kurallar salt bedensel
alışkanlıklardır; bir tenis oyuncusunda olduğu gibi. Bu alışkanlıklar,
onların doğru olduklarına dair bilinçli bir inanç nedeniyle değil, bir
köpeğin arka ayakları üzerinde durarak yiyecek istemeyi öğrenmesi gibi
öğretmeni hoşnut kılmak için gençlikte edinilmiş alışkanlıklardır. Bütün
eğitimin bu türden olduğunu söylemiyorum; ancak üç R öğreniminin (Okuma,
Yazma, Aritmetik) çoğu kesinlikle öyledir.

  Söz konusu kişi iş yerinde bir ortak veya bir yönetici konumundaysa günlük
işleri arasında bazı zor yönetimsel kararlar alması gerekebilir.
Bu kararlarda inancın da bir etkisi bulunması olasıdır. Bazı hisselerin
yükselip bazılarının düşebileceğine veya falan kişinin güvenilir olduğuna,
falanın da iflas eşiğinde olduğuna inanmaktadır. Bu inançlar doğrultusunda
kararlar alır.

  Salt alışkanlıkla değil, inandığı şeylere göre davrandığı içindir ki bir
sekreterden daha üstün bir kişi olarak düşünülür ve çok daha fazla para
kazanır -tabii eğer inandığı şeyler doğru çıkarsa.

  Eylem nedeninin inançtan kaynaklandığı durumlar özel yaşamı için de aynı
ölçüde geçerlidir. Normal zamanlarda, karısına ve çocuklarına davranışlarını
alışkanlıklar veya alışkanlıkla değişime uğramış olan içgüdü yönetecektir.
Önemli durumlarda -evlenme teklif ederken, oğlunu hangi okula göndereceğine
karar verirken veya karısının kendisine sadık olup olmadığından kuşkulandığında-
salt alışkanlığın etkisiyle davranamaz. Evlenme teklifinde yalnızca
içgüdüsü veya hanımın zengin olduğu sanısı etken olabilir. Eğer kararda
içgüdü etken olmuşsa, kuşkusuz, hanımın her türlü erdeme sahip
olduğuna inanır. Bu da ona, kararının bir nedeni gibi gelebilir; ancak
gerçekte bu da içgüdünün değişik bir etkisinden başka bir şey değildir
ve içgüdü tek başına eylemin yeterli nedenidir.

  Oğluna okul seçerken izlediği yol büyük olasılıkla önemli iş kararları
alırken izlediğinin aynıdır; burada da inanç önemli bir rol oynar. Karısının
sadakatsizliği hakkında bir bilgi edinmişse davranışı büyük olasılıkla salt
içgüdüsel olacaktır; ancak bu içgüdü sonradan olacakların temel nedenini de
oluşturan bir inanç etkisiyle harekete geçmiştir.

  Demek oluyor ki, inançlar eylemlerimizin yalnızca ufak bir bölümünden
doğrudan sorumlu olsalar da sorumlu oldukları eylemler en önemli
olan ve yaşamımızın genel yapısını belirleyen eylemler arasında yer alır.
Siyasal ve dinsel eylemlerimiz özellikle inançlarımızla bağıntılıdır.

  (2) Şimdi ikinci sorumuza geliyorum. Bu soru iki yönlüdür: (a) İnançlar
gerçekten ne ölçüde kanıtlara dayanır? (b) Öyle olmaları ne ölçüde
olanaklı veya arzu edilen birşeydir?

  (a) İnançların kanıtlara dayanma oranı onlara inananların sandıklarından
çok daha düşüktür. Oldukça rasyonel bir eylem ele alalım: zengin bir
işadamının parasal yatırım yapması. İşadamının, örneğin Fransız Frankının
iniş çıkışı konusundaki görüşünün, politik eğilimine bağımlı olduğunu
görürsünüz; ve de bu görüşü öylesine benimsemiştir ki parasını o yolda riske
sokmaktan kaçınmaz. İflas olaylarında, çoğu kez, felaketin nedeninin bazı
duygusal etkenlerden kaynaklandığı ortaya çıkar. Politik görüşler, onları
açıklamaları yasaklanmış olan devlet görevlilerine ait olanları dışında,
nadir olarak kanıtlara dayanırlar. Bazı istisnalar kuşkusuz vardır. Yirmi beş
yıl önce başlamış olan gümrük resimleri reformu tartışmalarında sanayicilerin
çoğunun desteklediği taraf, kendi gelirlerini artıracak taraftı. Bu,
görüşlerinin gerçekten kanıtlara dayandığını gösteriyor; ancak, ifadelerinde
bunu ima eden en ufak bir şey yoktu. Freudcular bizi "rasyonalize etme" süreciyle,
yani gerçekte irrasyonel olan bir görüş veya karar için kendimize rasyonel
görünen nedenler uydurma süreciyle tanıştırdı. Ancak, özellikle İngilizce
konuşulan ülkelerde "irrasyonalize etme" denebilecek bir de ters süreç var.

  Kurnaz bir kişi bir sorunun lehinde ve aleyhinde olan yönleri az veya çok
bilinç-altı bir yolla, bencil bir açıdan değerlendirebilir (İnsanın kendi
çocuklarının söz konusu olması dışında, bencil olmayan düşünceler çoğu zaman
bilinç-altına inmezler). Bilinç-altının yardımıyla sağlam bir bencil karara
vardıktan sonra kişi nasıl büyük fedakarlıklarla kamu yararını gözettiğini
gösteren büyük büyük laflar uydurur veya başkalarından alıntılar yapar. Bu
lafların, sahibinin gerçek nedenlerini belirttiğine inananlar o kişinin
gerçek kanıtları değerlendirebilmekten yoksun olduğunu da düşünecektir;
çünkü, o kişinin eylemleri, kamu yararına olan bir şeye yol açmayacaktır.
Bu durumdaki bir kişi, olduğundan daha az rasyonel görünür. Daha da ilginç
olanı, onun irrasyonel yönünün bilinçli, rasyonel yönünün ise bilinç-dışı
olmasıdır. İngiliz ve Amerikalıları bu denli başarılı kılan da bu özelliktir.

  Kurnazlık, gerçek olduğu zaman, insan doğasının bilincinden çok bilinç-dışına
ait bir şeydir ve sanırım ki iş aleminde başarı için gereken en önemli
özelliktir. Ahlaki açıdan ise, her zaman bencil olduğu için, küçümsenen bir
özelliktir; bununla birlikte insanları en kötü suçlardan alıkoymayı da
başarabilir. Bu özellik eğer Almanlarda var olsaydı sınırsız denizaltı
harekatına girişmezlerdi; eğer Fransızlarda var olsaydı Ruhr'da yaptıklarını
yapmazlardı; eğer Napolyon'da olsaydı Amiens Antlaşması'ndan sonra tekrar
savaşa girmezdi. Bazı istisnaları olsa da, ortaya şöyle bir genel kural
koyabiliriz: İnsanlar neyin kendi yararlarına olduğu konusunda yanılırlarsa,
akla uygun olduğunu sandıkları tutum, başkaları için, gerçekten akla uygun
olan tutumdan çok daha fazla kötülüğe yol açar. Bu nedenle, insanları kendi
çıkarlarını iyi değerlendirecek duruma getiren her şey yararlıdır. Ahlaki
nedenlerle, kendi çıkarlarına ters olduğuna inandıkları şeyleri yaptıkları
halde çok zengin olmuş sayısız insan vardır.

  Örneğin ilk-dönem Quaker'lerden bazı dükkan sahipleri, başkalarının sürekli olarak yaptığı gibi her müşteriyle
pazarlık etmek yerine, sattıkları mallar için kabul edebilecekleri en düşük
miktardan daha çok para istememe yolunu tutmuşlardır. Bu kararı almalarının
nedeni, razı olduklarından çok para istemeyi yalan söylemek saymalarıydı.
Ancak müşteriye sağlanan bu kolaylık öylesine büyüktü ki herkes onların
dükkanlarına koştu; sonuçta zengin oldular (Bunu nerede okuduğumu
unuttum; ancak, belleğim beni yanıltmıyorsa güvenilir bir kaynaktı). Aynı
amaca açıkgözlülük yaparak da ulaşmak olanaklıydı; ancak hiç kimse
yeterince açıkgöz değildi. Bilinç-dışımız göründüğünden daha kötü niyetlidir.
Bu nedenle, ahlaki gerekçelerle, kendi yararlarına ters düşen şeyleri
bilerek yapan kişiler kendi yararlarına olanı tam olarak yapan kişilerdir.
Onların arkasından, şiddetli duyguları olabildiğince safdışı ederek, kendi
yararlarını bilinçli ve rasyonel olarak düşünmeye çaba gösterenler gelir.
Üçüncü olarak, içgüdüsel olarak açıkgöz olan kişiler gelir. Bunlar başkalarının
mahvolmasını amaçladıkları yollarda kendilerini mahvederler. Bu son grup
Avrupa nüfusunun yüzde doksanını kapsar.

  Biraz konu dışına çıkmış görünebilirim; ancak açıkgözlülük dediğimiz
bilinç-dışı mantığını bilinçli türlerinden ayırmam gerekliydi. Normal eğitim
yöntemlerinin bilinç-dışına hiçbir belirgin etkisi yoktur. Öyleyse,
açıkgözlülük bugünkü teknik olanaklarımızla öğretilebilir birşey değildir.
Yalnızca alışkanlıktan kaynaklanan ahlak dışında, ahlakın da bugünkü
yöntemlerle öğretilmesi olanaksız görünüyor; en azından, ben şahsen sıkça
öğütlenen kişilerde iyiye doğru bir etki farketmedim. Bu nedenle, günümüzde
bilinçli olarak yapılmak istenen her ıslahatın rasyonel yollar kullanarak
yapılması zorunludur. İnsanlara açıkgöz veya erdemli olmayı nasıl
öğreteceğimizi bilmesek de onlara rasyonel olmayı öğretmeyi bir ölçüde
biliyoruz: Eğitimden sorumlu olanların her konuda uyguladıklarının tam
tersini yapmak bunun için yeterlidir. Gelecekte, iç salgı bezleriyle
oynayarak, salgılarını azaltıp çoğaltarak, erdem yaratmayı da
öğrenebiliriz. Ancak günümüzde rasyonalizmi yaratmak erdem yaratmaktan daha
kolaydır -rasyonalizm sözcüğü ile, eylemlerimizin etkilerini önceden tahmin
etme sürecinde bilimsel düşünme alışkanlığını kastediyorum.

  (b) Bu, bizi şu soruya getiriyor: İnsanların eylemleri ne ölçüde rasyonel
olabilir veya olmalıdır? Önce "olmalı mı" sorusunu ele alalım. Kanımca
rasyonalizmin uygulama alanını belirleyen kesin sınırlar vardır; yaşamın en
önemli bölümlerinden bazıları mantığın işe karışmasıyla mahvolurlar.
Leibniz son yıllarında bir muhabire yaşamında yalnız bir kere, o da elli
yaşındayken, bir bayana evlenme teklif ettiğini anlatmış; sonra da şunu
eklemiş: "Şükürler olsun ki düşünmek için zaman istedi. Bu bana da düşünme
fırsatı verdi ve teklifimi geri aldım." Davranışının çok rasyonel olduğu
kuşku götürmez; ancak beğendiğimi söyleyemem.

  Shakespeare "deli, aşık ve şair"i "yoğunlaşmış hayal gücü" olarak biraraya
getirir. Sorun deliyi salıverip aşık ve şairi bir arada tutmaktır. Bir örnek
vereceğim: 1919 yılında Old Vic'de oynanan The Trojan Women (Truvalı Kadınlar)
oyununu seyrediyordum. Büyüyünce ikinci bir Hector olur korkusuyla Greklerin
Astyanax'ı öldürdükleri, dayanılmaz ölçüde acıklı bir sahne vardır. Tiyatroda
bütün gözler yaşlıydı; seyirciler Greklerin bu gaddarlığını akılalmaz buluyorlardı.
Ama orada ağlayan bu insanlar, aynı anda, aynı gaddarlığı Euripides'in bile
hayal gücünü aşan bir ölçüde kendileri uyguluyorlardı. Kısa bir süre önce,
ateşkesten sonra Almanya'ya uygulanmakta olan ablukayı uzatan ve Rusya'ya da
abluka öngören kararı alan bir hükümete -büyük çoğunluğu- oy vermişlerdi. Bu
ablukaların çok sayıda çocuğun ölümüne neden olduğu biliniyordu; ama düşman
ülkelerin nüfusunun azalmasını arzuluyorlardı: çocuklar, Astyanax gibi,
büyüyüp babalarının yolundan gidebilirlerdi. Şair Euripides seyircilerin
hayalinde aşık'ı canlandırmıştı. Ancak tiyatro kapısında aşık ve şair
unutulmuşlardı; ve kendilerini iyi yürekli ve erdemli sayan bu bay ve
bayanların siyasal eylemleri deli'nin (çıldırmış katil kişiliğinde)
egemenliğine girmişti.

  Aynı zamanda deli'yi de alıkoymadan şair ve aşık'ı alıkoymak olanaklı
mıdır? Her birimizin içinde onların üçü de değişik ölçülerde mevcuttur.
Bunlar, birisi kontrol altına alındığında diğer ikisinin yok olmasını
gerektirecek ölçüde, birbirlerine bağlı mıdırlar? Öyle olduğunu sanmıyorum.
Hepimizin içinde mantıktan esinlenmeyen eylemlerle tüketilmesi gereken bir
miktar enerji olduğuna inanıyorum; bu, çıkış yolunu, koşullara göre sanatta,
tutkulu aşkta veya tutkulu nefrette bulur. Saygınlık, düzen ve rutin
-yani modern endüstri toplumunun demir gibi katı disiplini- sanatsal dürtüyü
köreltmiş ve aşkı verimli, özgür ve yaratıcı olmak yerine bunalıma
veya gizliliğe mahkum etmiştir.

  Haset, gaddarlık ve nefret hemen bütün piskoposlar sınıfı tarafından takdis
edilirken, özellikle özgür olmaları gereken şeyler baskı altında tutulmuştur.
İçgüdüsel yapımız iki bölümden oluşur; birisi kendimizin ve çocuklarımızın
yaşamını geliştirmeye, diğeri ise rakip gördüğümüz kişilerin yaşamını
engellemeye yönelir.

  Birincisi yaşama aşkını, sevgiyi ve psikolojik olarak sevginin bir kolu
olan sanatı içerir; ikincisi de rekabeti, milliyetçiliği ve savaşı. Geleneksel
ahlak birincisini bastırmak, ikincisini yüreklendirmek için herşeyi yapar.
Gerçek ahlak bunun tam tersini gerektirirdi. Sevdiklerimizle ilgili davranışlar
içgüdüye güvenle bırakılabilir. Akıl kapsamına alınması gerekli olan ise
nefret duyduğumuz kişilere karşı olan davranışlardır.

  Günümüz dünyasında etkin olarak nefret ettiklerimiz bizden uzak olan
gruplar, özellikle de yabancı uluslardır. Onları soyut olarak algılarız
ve gerçekte nefretin ta kendisi olan eylemleri, adalete olan aşkımız ve
benzeri yüce amaçlar için yaptığımızı ileri sürerek kendimizi kandırırız.
Bu gerçeği bizden saklayan perdeyi ancak, büyük ölçüde kuşkuculukla
kaldırabiliriz. Bunu ve kıskançlık çılgınlığının tedavisini
gerçekleştirdikten sonra, kıskançlıklara ve sınırlamalara dayalı olmayan,
dopdolu bir yaşam arzusuna ve başka insanların birer engel değil, birer
yardımcı olacağının idrakine dayalı yeni bir ahlak oluşturmaya başlayabiliriz.
Bu ütopik bir beklenti değildir; Elizabeth İngilteresinde kısmen gerçekleşmişti.
Eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine kendi
mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen yarın
gerçekleşebilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi
değildir; ama benimsenmesi dünyayı cennete dönüştürebilir.

  Düşler ve Gerçekler

  1

  Arzularımızın inanışlarımız üzerindeki etkisi herkesçe bilinen ve gözlenen
bir olgudur; ancak bu etkinin niteliği çoğu zaman yanlış algılanır. İnançlarımızın
büyük bölümünün bazı rasyonel temellere dayandığını; arzunun ise yalnız arada
bir işi karıştırdığını varsaymak alışkanlık haline gelmiştir.
Bunun tam karşıtı gerçeğe daha yakın olsa gerek. Günlük yaşamla ilgili
inançlarımızın büyük bir bölümü arzularımızın şekilleşmesinden ibarettir; ancak
orada burada bazı izole noktalarda, gerçeğin sert darbesiyle doğru yola yöneltilirler.
İnsan genelde bir düş aleminde yaşar; dış dünyadan gelen aşırı zorlayıcı bir
etkiyle bir an için uyanır; ancak çok geçmeden düş aleminin tatlı uykusuna
yeniden dalar. Freud geceleri gördüğümüz düşlerin, büyük ölçüde, arzularımızın
görüntü şeklinde gerçekleşmesi olduğunu göstermiş; bunun, gündüz gördüğümüz
düşler için de aynı ölçüde doğru olduğunu söylemiştir. İnançlar dediğimiz
gündüz düşlerini de buna eklemesi yerinde olurdu.

  Doğru olduğuna inandığımız şeylerin bu rasyonel olmayan kökenini göz önüne
serecek üç yöntem vardır: deli ve isterik kişilerin incelenmesinden yola
çıkıp, giderek bu hastaların temelde normal sağlıklı kişilerden pek az farklı
olduğunu ortaya koyan psikanaliz yöntemi; ikincisi, en değerli
görüşlerimizin rasyonel kanıtlarının ne kadar zayıf olduklarını gösteren
kuşkucu filozofların yöntemi; son olarak da, insanları genel olarak gözlemleme
yöntemi. Ben yalnız bu sonuncusu üzerinde duracağım.

  Antropologların uzun çalışmalarından öğrendiğimize göre, en ilkel insanlar
anlamadıklarının farkında oldukları olaylarla karşılaştıklarında cahilliklerinin
bilinci içinde çırpınıp durmazlar; tersine, bütün önemli eylemlerini
yönetecek ölçüde sıkıca bağlandıkları sayısız inançları vardır. Bir
hayvanın veya savaşçının etini yemekle, kurbanın yaşarken sahip olduğu
erdemleri elde edebileceklerine inanırlar. Birçoğu, kabile reisinin adını
ağızlarına almanın insanı hemen öldürecek büyük bir günah olduğuna inanır,
hatta ismin bir hece olarak yer aldığı bütün sözcükleri değiştirecek kadar
ileri giderler. Örneğin John adında bir kralınız varsa Jonquil yerine George-quil
veya dungeon yerine dun-george demeniz gerekir. Tarım düzeyine geldiklerinde
yiyecek üretimi nedeniyle hava durumu önem kazanıyor; bazı büyülerin yağmur
getireceğine veya ufak ateşler yakmakla güneş açacağına inanılıyor. Bir kişi
öldürüldüğünde kanının veya hayaletinin öç almak için öldüreni izlediğine,
onun ancak yüzü kırmızıya boyama veya matem tutma gibi basit yöntemlerle
aldatılabileceğine inanıyorları. Bu inancın ilk bölümünün öldürülmekten
korkanlardan, ikinci bölümünün de öldürenlerden kaynaklandığı açıkça
görülüyor.

  Rasyonel olmayan inançlar ilkel insanlara özgü değildir. İnsan ırkının
büyük bir bölümü bizimkilerden farklı olan, bu nedenle de doğal olarak, aslı
esası bulunmayan dinsel inançlara sahiptir.

  Önyargısız herhangi bir insan için rasyonel bir sonuca varmanın olanaksız
olduğu birçok konuda politikayla ilgilenen ama politikacı olmayan kişiler
çok güçlü kanılara sahiptirler.

  Çekişmeli bir seçimde görev alan gönüllüler hep kendi taraflarının
kazanacağına inanırlar; kaybetme olasılığına işaret eden birçok neden bulunmasının
bir önemi yoktur. 1914 sonbaharında Alman ulusunun çok büyük bir bölümünün
Almanya'nın zaferinden kesinlikle emin olduğu kuşku götürmez. Bu örnekte
gerçek işe karışmış, düşleri altüst etmiştir. Alman olmayan bütün tarihçilerin
önümüzdeki yüz yıl boyunca yazmaları önlenebilseydi yine düşler canlanır,
sadece başlangıçtaki zaferler anımsanır ve savaşın sonunda yaşanan felaketler
unutulurdu.

  Nezaket, bir kişinin, kendisinin veya çevresindekilerin meziyetlerine
ilişkin görüşlerine saygılı olma alışkanlığıdır. Herkes, her gittiği yerde,
rahatlatıcı bir kanılar bulutu ile sarılmıştır; bu kanılar, yazın uçuşan
sinekler gibi, kendisiyle beraber hareket eder. Bunların bazıları kişiseldir;
kişiye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaşlarının sevgisiden ve
tanıdıklarının saygısından, mesleğinin parlak geleceğinden, pek iyi olmayan
sağlığına karşın tükenmeyen enerjisinden söz ederler. Onun ardından ailesinin
olağanüstü yüceliği hakkındaki inançlar gelir: babasının şimdilerde ender
rastlanan dürüstlüğü ve çocuklarının şimdiki modern ana-babalarda bulunmayan
bir disiplinle yetiştirmiş olması; oğullarının okul sporlarında herkesi nasıl
geride bıraktığı; kızının kendini uygunsuz bir evliliğe atacak kızlardan
olmadığı gibi. Daha sonra, ait olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları
gelir. Toplumdaki konumuna bağlı olarak bu sınıf bütün sınıflar içinde ya
sosyal açıdan en iyisidir; ya en bilgilisidir, ya da ahlak yönünden en
değerlisidir -her ne kadar bu değerlerden birincisinin ikincisinden,
ikincisinin de üçüncüsünden daha çok aranılan nitelikler olduğu konusunda
herkes hemfikir ise de. Ulus konusunda da, hemen herkes kendi ulusu hakkında
rahatlatıcı kuruntular besler. "Yabancı uluslar ne yazık ki ısrarla kendi
bildikleri gibi davranıyorlar." Mr. Podsnap bu sözleriyle insan kalbinin en
köklü duygularından birini dile getirmiş oluyordu.

  Son olarak da genel olarak insanlığı, mutlak olarak veya karşılaştırmayla
"hayvani yaratıklar"dan üstün tutan kuramlara geliyoruz: İnsanın ruhu vardır,
ama hayvanın yoktur; insan "rasyonel bir hayvan"dır. Aşırı acımasız veya
anormal bir eylem "hayvan gibi", veya "vahşi" olarak nitelenir (halbuki böyle
eylemler kesinlikle insanlara özgüdür, Tanrı insanı kendi görüntüsünden yarattı
ve evrenin nihai amacı İnsan'ın mutluluğudur.

  Böylece, bizi rahatlatan aşamalı bir inançlar dizisine sahip bulunuyoruz:
kişiye ait olanlar, ailesi ile paylaştıkları, sınıfında veya ulusunda yaygın
olanlar, son olarak da bütün insanlığa aynı ölçüde hoş gelenler. Bir kimseyle
iyi ilişkilerimiz olmasını istiyorsak onun inandıklarına saygı göstermemiz
beklenir. Bu nedenle de insanların yüzlerine karşı, arkalarından konuştuğumuz
gibi konuşmayız. Bu fark, onların bizim kişiliğimizden olan farkları arttıkça
daha da belirginleşir. Kardeşimizle konuşurken ana-babalar konusunda bilinçli
bir nezaket göstermeye gerek görmeyiz. Yabancı ülke insanlarıyla konuşurken
nazik olma gereği doruk noktasındadır ve yalnız kendi vatandaşlarına alışık
olanlara dayanılmaz ölçüde sıkıcı gelir.

  Bir keresinde, ülkesinden hiç çıkmamış bir Amerikalıya İngiliz Anayasası'nın
birkaç önemsiz noktada Amerikalılarınkinden daha iyi olabileceğini
söylemiştim. Hemen büyük bir öfkeye kapıldı; bu türden bir düşünceyi daha
önce hiç duymamış olduğundan, bir kimsenin gerçekten böyle bir şey
düşünebileceğini aklı almamıştı. İkimiz de nezaketi ihmal etmiştik; sonuç da
bir felaket olmuştu.

  Sosyal amaçlı toplantılarda nezakette kusur her ne kadar hoş değilse de
mitleri yok etme bakımından çok yararlıdır. Doğal kanılarımızı düzeltmenin
iki yolu vardır; biri, zehirli bir mantarı yenebilir bir mantar sanıp sonuçta
acı çekmek gibi, gerçekle yüzleşmek; diğeri de kanılarımızın, gerçek olgulara
değil, diğer insanların inançlarına ters düşmesi durumudur. Bazıları domuz
eti yemenin helal, dana eti yemenin haram olduğunu düşünür; başkaları ise tam
tersine inanır. Bu görüş ayrılığı çoğu zaman kan dökülmesine yol açmıştır.
İkisinin de belki gerçekten günah olmadığı yolunda rasyonel bir görüş yavaş
yavaş oluşmaya başlamış bulunuyor. Nezaket ile yakından bağıntılı olan
alçakgönüllülük, kendimizi ve kendimizde olan şeyleri, karşımızdakilerden
veya onlarda bulunan şeylerden üstün tutmuyor gibi davranmayı gerektirir.
Bu hüner sadece Çin'de tam olarak anlaşılmıştır.

  Bana anlattıklarına göre, Çin'de bir Mandarin'e karısının ve çocuklarının
sağlığını sorarsanız size şöyle cevap verirmiş: "Zatıalilerinin sormaya tenezzül
buyurdukları o pasaklı aşağılık kadın ve iğrenç yumurcakları tam bir sağlık
içindedirler." Ne var ki, böyle incelikler sakin ve dingin bir yaşam
tarzı gerektirir; iş ve politika dünyasının hızlı ve önemli ilişkilerinde ise
bu olanaksızdır. Başka insanlarla olan ilişkiler, en başarılı olan kişiler
dışında kalan herkesin mitlerini birer birer yıkmaktadır. Kişisel övünçleri
kardeşler, aile övünçlerini okul arkadaşları, sınıfsal övünçleri politika,
milli övünçleri de savaşlar ve ticari başarısızlıklar ortadan kaldırmaktadır.
Ancak insan olmanın övüncü varlığını sürdürür; ve sosyal sohbetler sırasında,
mit-yaratma yetisi bu alanda serbestçe at koşturur. Bilim bu tür hayallerin
düzeltilmesinde bir ölçüde etkilidir. Ancak bu düzeltme hiçbir zaman
kısmi olmaktan öteye gidemez; çünkü biraz safdillik olmazsa bilimin kendisi
de çöker.

  2

  İnsanların kişisel ve sınıfsal düşleri gülünç olabilir; ancak toplumsal
düşler insanlık çemberi dışına çıkamayan bizler için hüzün vericidir. Astronominin
ortaya koyduğu Evren çok büyüktür. Teleskopla gördüklerimizin ötesinde daha
neler var, bilemiyoruz; ancak bilebildiğimiz kadarı akılalmaz büyüklüktedir.
Samanyolu bu bilinebilen evrende çok küçük bir yer kaplar. Bu ufak bölümün
içindeki Güneş Sistemi sonsuz küçüklükte minik bir benek, gezegenimiz ise
beneğin mikroskopik bir noktasıdır. Bu nokta üzerinde, karmaşık yapılı ve
kendilerine özgü fiziksel ve kimyasal özellikleri olan, su ve saf olmayan
karbon karışımı minik topaklar birkaç yıl sürüklenir durur; ta ki bileşimi
oluşturan elementlere tekrar ayrılıp yok olana kadar. Vakitlerini iki iş
arasında bölüştürürler: kendilerinin yok olma anını ertelemek ve telaşlı bir
çaba ile, kendi türlerinden olan başkaları için bu anı çabuklaştırmak. Doğal
sarsıntılar belirli aralıklarla binlercesini, hatta milyonlarcasını yok eder;
hastalık daha birçoğunu vaktinden önce alıp götürür. Bu olaylar felaket olarak
değerlendirilir; ancak insanlar aynı yok edişi kendi çabalarıyla başarırlarsa
çok sevinir ve Tanrı'ya şükranlarını sunarlar. İnsan yaşamının fiziksel
olarak var olabileceği süre Güneş Sistemi'nin toplam ömrünün çok ufak bir
bölümüdür. Ancak insanların birbirlerini yok etme çabalarıyla, bu süre
dolmadan da kendi sonlarını getireceklerini düşündüren nedenler var. Dışarıdan
bakıldığında insan yaşamı böyle görünüyor.

  Yaşama böyle bir bakışın dayanılmaz olduğunu, bunun, insanların var olmalarını
sağlayan içgüdüsel enerjiyi yok edeceğini söyleyenler var. Onların buldukları
kaçış yolu din ve felsefedir.

  Dışdünya her ne kadar yabancı ve duyarsız görünse de, bizi teselli
edenlerin verdikleri güvenceye göre, görünüşteki bu çatışmaların gerisinde
bir uyum vardır. İlk nebuladan bu yana süregelen uzun gelişimin, en son aşama
olarak insanoğluna eriştiği varsayılmaktadır. Hamlet çok ünlü bir yapıttır;
ancak onu okuyanların pek azı Birinci Denizci'nin "Tanrı sizi kutsasın,
efendim" şeklindeki dört sözcükten oluşan rolünü anımsar. Yaşamdaki
tek uğraşları bu rolü oynamak olan bir topluluk düşünelim; onların Hamlet'lerle,
Horatio'larla, ve hatta Guildenstern'lerle hiç bir temasları olamayacak bir
şekilde izole edilmiş olduklarını varsayalım. Bu kişiler Birinci Denizci'nin
dört sözcüğünün bütün oyunun temelini oluşturduğu yolunda bir takım edebi
eleştiriler icadetmezler miydi? İçlerinden biri öteki rollerin de belki aynı
ölçüde önemli olabileceğini öne sürseydi, onu aşağılama veya dışlamayla
cezalandırma yoluna gitmezler miydi? Evrende insanoğlunun yaşamı Birinci
Denizci'nin Hamlet'te aldığı rolden çok daha az yer tutmaktadır. Ancak
sahnenin arkasındaki oyunun gerisini dinlememiz olanaksızdır; oyunun konusu
ve kişileri hakkında da çok az şey biliyoruz.

  İnsanlık denince onun bir temsilcisi olarak daha çok kendimizi düşünürüz.
Bu nedenle de insanlık konusunda olumlu hisler besler, korunmasını önemli
buluruz. Nonkonformist (İngiltere Kilisesi'nden ayrılmış bir tarikatın mensubu.
(Ç.N.)) bakkal Mr. Jones kendisinin ölümsüzlüğe layık
olduğundan emindir; bunu kendisinden esirgeyecek bir evrenin de dayanılmaz
ölçüde kötü olduğu kanısındadır. Ancak şekere kum karıştıran ve pazar
günleri kiliseyi ihmal eden Anglikan (İngiltere Kilisesi mensubu. (Ç.N.))
rakibi Mr. Robinson'u düşündüğünde, evrenin gereğinden fazla merhametli davrandığı
görüşündedir. Mutluluğunun eksiksiz olması, Mr. Robinson için yakılacak bir
cehennem ateşine bağlıdır. Bu şekilde hem insanın evrensel önemi korunmuş,
hem de dost ve düşman arasındaki yaşamsal farklılık evrensel merhametin zaafı yüzünden
ortadan kalkmamış olur. Mr. Robinson da aynı kanıdadır; ancak roller
değişmiş olarak. Sonuçta herkes mutludur.

  Korpenik'ten önceki çağlarda insan-merkezli dünya görüşünü savunmak için
felsefi oyunlara gerek yoktu. Gök kubbesinin dünya çevresinde döndüğü gözle
görülüyordu; dünyada da insan, çevresindeki bütün hayvanlara hükmetmekteydi.
Ancak dünya merkezi konumunu yitirince insan da bulunduğu doruktan indirildi.
Bunun üzerine, bilimin "kabalığını" düzeltecek bir metafiziğe gerek duyuldu.
Bu görev de "idealist" denilen kişilerce yerine getirildi. Onlara göre
maddesel dünya gerçek olmayan bir görünümden ibarettir; gerçek olan ise Akıl
veya Ruh'tur; o, filozofun akıl ve ruhundan üstündür; tıpkı filozofun sıradan
insandan üstün olduğu gibi. "İnsanın evi gibisi yoktur" deyiminin tersine, bu
düşünürler bize her yerin kendi evimiz gibi olduğu güvencesi verirler. En iyi
olan her şeyimizde, yani söz konusu filozofla paylaştığımız her şeyde,
evrenle uyum içindeyiz. Hegel bize evrenin, onun dönemindeki Prusya Devleti'ne
benzediği güvencesini de verir; onun İngiliz ardılları da evreni daha çok iki
meclisli plütokratik bir demokrasiye benzetirler. Bu görüşler için
öne sürülen gerekçelerde, bunların insancıl özlemlerle olan bağıntısı, o
görüşün sahiplerinden bile gizlenecek biçimde kamufle edilmiştir: bu gerekçeler
görünüşte mantık ve önermelerin tartışılması gibi kuru kaynaklardan
çıkarılmıştır. Ancak hep tek bir doğrultuda yanlışlar yapılmış olması, özlemlerin
etkisini açığa vurmaktadır. Bir aritmetik toplaması yaparken insanın kendi
lehine yanlış yapması, aleyhine olanı yapmasından daha olasıdır. Bunun gibi,
bir kimsenin mantık yürütürken kendi özlemleri yönünde yanlışlar yapması,
özlemlerine ters olan yönde yanlışlar yapmasından daha olasıdır. Demek oluyor
ki, soyut düşünür olarak adlandırılan kişilerin incelenmesinde, kişiliklerinin
anahtarı yaptıkları yanlışlardan anlaşılabilir.

  Çok kişi insanların icadettiği sistemlerin, gerçek olmasalar bile zararsız
ve rahatlatıcı olduklarını ve onlara dokunulmaması gerektiğini savunur. Ancak
onlar gerçekte zararsız değildirler ve insanları önlenebilecek acılara
katlanmaya yönelttikleri için getirdikleri rahatlık çok pahalıya malolmaktadır.
Yaşamdaki kötülükler kısmen doğal nedenlerden, kısmen de insanların birbirlerine
olan düşmanlığından kaynaklanmaktadır.

  Eskiden rekabet ve savaşlar, yiyecek sağlamak için gerekliydi; bu
yiyecekler de sadece galip gelenlerce elde edilebiliyordu. Şimdi bilim
sayesinde doğal güçlere egemen olma yoluna girildiğine göre, insanlar
birbirlerini yenmek yerine kendilerini doğayı fethetmeye adarlarsa herkes
daha rahat ve mutlu olur. Doğanın bir dost, bazen de başka insanlarla
kavgalarımızda bir müttefik olarak takdim edilmesi, insanın dünyadaki gerçek
konumunu belirsizleştirmekte ve insanoğlunun kalıcı mutluluğunu sağlayacak
yegane savaşım olan bilimsel güç arayışına giden çabaları saptırmaktadır.
Bütün bu faydacı gerekçeler yanında gerçekdışı inançlara dayalı bir mutluluk
arayışının yüce ve yetkin bir yönü yoktur. Dünyadaki gerçek konumumuzu
korkusuzca algılamakta tam bir mutluluk, ve mit duvarları arkasına
saklananların görebileceklerinden çok daha canlı bir dram vardır.
Düşünce dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye hazır
olanların açılabilecekleri "engin denizler" vardır. Bütün bunlardan daha
önemli olarak da gün ışığını karartan, insanları kavgacı ve acımasız yapan
Korku'nun zulmünden kurtuluş vardır. Dünyadaki konumunu olduğu gibi görme
yürekliliği göstermeyen hiç kimse bu korkudan kurtulamaz; kendisine, kendi
küçüklüğünü görme olanağı vermeyen hiç kimse muktedir olduğu yüceliğe
erişemez.

  Bilim Boş-İnanlı mıdır?

  Modern yaşam iki yönden bilim temeline oturmaktadır. Hepimiz ekmek parası,
rahatımızı sağlayan araçlar ve eğlence gereksinimlerimizi karşılamada bir
bakıma bilimsel buluş ve keşiflere bağımlıyızdır. Öte yandan son üç
yüzyıl içinde bilimsel görüşle ilintili olan bazı zihinsel alışkanlıklar bir
avuç üstün yetenekli kişiden giderek toplumun büyük bir bölümüne
yayılmıştır. Yeterince uzun süreler gözönüne alındığında, bilimin bu iki
özelliğinin birbiriyle bağıntılı olduğu görülür; ancak her ikisi de,
ötekisi olmadan yüzyıllarca var olabilirler. Bilimsel düşünce tarzı
onsekizinci yüzyıl sonlarına kadar günlük yaşamı pek etkilemedi; çünkü
sınai teknolojide devrim yapan büyük buluşlara henüz yol açmamıştı. Öte
yandan, bilimin getirdiği yaşam tarzı, bilimin sadece pratikteki
bazı uygulamalarını öğrenmiş toplumlarca da benimsenebilir. Böyle toplumlar
başka yerlerde keşfedilmiş makineleri yapabilir, kullanabilir ve hatta
onlarda bazı ufak tefek gelişmeler gerçekleştirebilir. Ortak insanlık zekası
bir gün yozlaşsa bile, bilimin sağladığı teknik ve günlük yaşam, büyük
olasılıkla, nesiller boyu var olmayı sürdürebilir. Ancak bu durum sonsuza
dek süremez; çünkü eğer bir felaket sonucu ciddi şekilde zedelenirse bir daha
yerine gelmesi olanaksızdır.

  Demek oluyor ki, olumlu ya da olumsuz, bilimsel görüş insanlık için önemli
bir konudur. Sanat alanında olduğu gibi bilimsel görüşün kendisi de
iki yönlüdür. Yaratanlar ile değerlendirenler aynı kişiler değildir ve
birbirinden farklı zihinsel alışkanlıklar gereksinirler. Her yaratıcı gibi
bilimsel yaratıcı da entellektüel bir yolla ifade edilen güçlü duygulardan
esinlenir; bu ifade açıklanmamış bir inancı da içerir; eğer bu inanç olmasa
bilimci belki de pek bir şey başaramaz. Değerlendiricinin böyle bir inanca
gereksinimi yoktur; o her şeyi yerli yerinde görür; kendince gerekli
noktaları değerlendirir; belki de yaratıcıyı kendisine kıyasla kaba ve ilkel
bir kişi olarak düşünür. Uygarlık daha yaygın ve daha olağan bir aşamaya
geldiğinde değerlendirenin düşünce tarzında, yaratıcı olabilecek kişilere
karşı bir hükmetme eğilimi başgösterir. Sonuçta söz konusu uygarlık Bizanslaşır
ve geriye dönük bir hal alır. Bilimde bu tür bir gelişim başlamakta gibi
görünüyor. Öncülere güç veren inanç, özünden çürümeye başlamıştır.

  Rusya, Japonya ve Yeni Çin gibi Uzakdoğu ülkeleri bilimi hala onyedinci
yüzyıldaki çoşku ile karşılamaktadır. Batılı uluslar halklarının çoğunluğu
da böyledir. Ancak başrahipler, kendilerinin resmen adandıkları bu ibadetten
artık usanmaya başlamışlardır. Vaktiyle dinibütün genç Luther,
hastalıktan kurtulmak için Kapitol'de Jüpiter'e kendi adına öküz kurban
edilmesine ses çıkarmayan serbest-düşünceli Papa'ya saygılarını sunmuştu.
Bunun gibi, günümüzde de kültür odaklarından uzakta olanlar bilime, onun
kahinlerinin artık duymadıkları saygıyı beslemektedir. Bolşeviklerin
"bilimsel" maddeciliği de, vaktiyle ilk dönem Alman Protestanlarında olduğu
gibi, bu sofuluğu dost düşman herkesin yenilik sayacağı bir şekil içinde
devam ettirmeye yönelik bir çabadır.

  Ancak onların Newton'un öğretilerine hararetle ve harfi harfine bağlı
olmaları, Batı'nın "burjuva" bilimcileri arasında kuşkuculuğun yayılmasını
hızlandırmaktan başka sonuç vermemiştir. Tennessee gibi, devletin bilim-öncesi
bir aşamada kalmış olduğu yerler dışında, bilim devlet tarafından tanınan ve
teşvik edilen bir faaliyet olarak siyasal açıdan tutucu bir nitelik almıştır.
Günümüz bilimadamlarının çoğunluğunun temel imanı statükoyu korumanın önemine
dayanmaktadır. Bunun sonucunda bilim için hakettiğinden fazlasını ileri
sürmemek ve diğer tutucu güçlerin, örneğin dinin, istemlerini yerine getirmek
konularına aşırı yatkındırlar.

  Ancak bu bilimciler büyük bir zorlukla karşı karşıyadırlar. Bilimcilerin
çoğunluğunun tutucu olmasına karşın bilim hala dünyadaki en hızlı değişim
aracıdır. Asya'daki, Afrika'daki ve Avrupa'nın sanayi toplumlarındaki
değişimin yol açtığı heyecan, tutucu görüşlü kişilerde çoğu kez hoşnutsuzluk
yaratmaktadır. Bundan da bilimin değeri konusunda, Büyük Rahiplerin
kuşkuculuğuna da katkıda bulunan tereddütler ortaya çıkmaktadır. Bu kadarla
kalsa önemli olmayabilirdi. Ancak durum gerçek-entellektüel sıkıntılarla
daha da ağırlaşmıştır. Bu zorlukların, eger aşılmazlarsa, bilimsel keşif
çağını sona erdirmeleri olasılığı vardır. Bu hemen bir anda oluverecek demek
istemiyorum. Rusya ve Asya, Batı'nın yitirmekte olduğu bilimsel imanı bir
yüzyıl daha sürdürebilirler. Ancak eninde sonunda, bu inanca karşı öne
sürülen savın reddedilemeyeceği ortaya çıkarsa bu, herhangi bir nedenle bir
an için, usanç duyan insanları ikna edecek, bu kimseler bir kere inandıktan
sonra da eski mutlu güvencelerine bir daha kavuşamayacaklardır. Bilimsel
imana karşı ileri sürülen bu sav, bu nedenle, büyük bir titizlikle incelenmelidir.

  Bilimsel imandan söz ederken bilimin, esas itibariyle, doğru olduğu
yolundaki bir mantıksal sonucu kastetmiyorum. Daha az rasyonel olan ama
daha heyecan verici bir şeyi, yani kişinin büyük bir bilimsel kaşif olmasına
yol açan inanç ve duygular sistemini kastediyorum. Soru şudur: bilimsel
keşifler için gereken zihinsel güce sahip insanlar arasında bu türden duygu
ve inançlar var olmayı sürdürebilirler mi?

  Yeni yayınlanmış çok ilginç iki kitap bize bu problemin yapısını anlamada
yardımcı olacaktır. Bunlar Burtt'un Metaphysical Foundations of Modern
Science (Modern Bilimin Metafiziksel Temelleri) (1924) ve Whitehead'in
Science and the Modern World (Bilim ve Çağdaş Dünya) (1926) adlı kitaplarıdır.
Bu kitapların ikisi de çağdaş dünyanır. Kopernik Galileo ve Newton'dan esinlenmiş
olduğu düşünce sistemlerini eleştirmektedir -birincisi hemen hemen tümüyle
tarihsel açıdan, ikincisi hem tarihsel hem de mantıksal açıdan. Dr. Whitehead'in
kitabı daha önemlidir; çünkü yalnız eleştirel değil, aynı zamanda yapıcıdır;
ayrıca geleceğin bilimi için, insanlığın bilimdışı özlemleri yönünden de
doyurucu olacak bir entellektüel temel bulmayı amaçlamaktadır. Dr. Whitehead'in
teorisinin hoş diyebileceğimiz bölümleri için öne sürdüğü mantıksal
argümanları kabul edemem. Bilimsel kavramların yeni bir entellektüel
yapılanmaya gereksinimi olduğunu kabul etmekle beraber bu yeni kavramların
entellektüel olmayan duygularımıza eskileri kadar itici geleceğini ve bu
nedenle yalnızca bilim lehinde güçlü önyargısı olanlarca kabul edilecekleri
yolundaki görüşe de katılıyorum. Şimdi ileri sürülen tezin ne olduğunu
görelim.

  İşe tarihsel bakış açısıyla başlayalım. Dr. Whitehead "Nesneler arasında
düzen, özellikle de bir doğa düzeni'nin var olduğu hakkında yaygın bir
içgüdüsel inanç olmadan yaşayan bilim de olamaz," diyor. Ona göre bilim ancak
böyle bir inanca sahip olan insanlarca yaratılabilirdi; bu nedenle
de inancın başlangıçtaki kaynağı bilim-öncesi dönem olmalıydı. Bilimin
gelişmesi için gerekli olan karmaşık zihinsel yapının oluşmasında başka
öğelerin de katkısı olmuştu. Whitehead, Greklerin yaşama bakış açısının daha
çok dramatik olduğunu, bu nedenle de başlangıçtan çok sonu vurguladığını,
bunun da bilim açısından sakıncalı olduğu ileri sürüyor. Öte yandan, Grek
tragedyası, olayların doğa yasalarının zorunlu sonucu olarak ortaya
çıktığı yolundaki Kader kavramının oluşmasına yardımcı olmuştur. "Grek
tragedyasındaki Kader, çağdaş düşünce sisteminde Doğa düzenine dönüşmüştür."
Gerekirci (necessitarian) görüş Roma hukuku ile desteklenmiştir. Roma Devleti
(hiç olmazsa teoride), Doğulu despotlardan farklı olarak keyfi değil, önceden
belirlenmiş kurallara göre hareket etmişti. Bunun gibi, hıristiyanlık da
Tanrı'nın yasalar uyarınca hareket ettiği inancındaydı; her ne kadar bu
yasaları Tanrı'nın kendisi koysa da. Bütün bunlar bilimsel düşünce biçiminin
zorunlu bir ögesi olan Doğal Yasalar kavramının oluşmasını kolaylaştırmıştır.

  Onaltıncı ve onyedinci yüzyıl öncülerinin çalışmalarını esinleyen
bilim-dışı inançlar Dr. Burtt tarafından övgüye değer bir biçimde ortaya
konmuştur; kendisi bunun için, pek az bilinen birçok orjinal kaynaktan
yararlanmıştır. Örneğin Kepler, gençliğinin kritik bir döneminde, Zerdüşt
dininden olanların Güneş'e tapma şeklindeki ibadetlerini kısmen benimsemiş
gibidir. "Özellikle Güneş'in tanrılaştırılması ve ona yaraşır konumun evrenin
merkezi olduğu yolundaki düşünceler Kepler'i, gençlik coşkusu ve coşkulu
hayal gücünün etkisiyle, yeni sistemi kabule yöneltmiştir." Bütün Rönesans
dönemi boyunca hıristiyanlığa karşı, esas itibariyle Pagan çağı uygarlığına
duyulan hayranlıktan kaynaklanan bir tür düşmanlık var olmuştur.
Bu düşmanlık, kural olarak açıkça dile getirilemediyse de örneğin, fiziksel
belirlenimcilik (determinizm) içerdiği gerekçesiyle Kilise'nin kınadığı
astrolojinin yeniden canlanmasına yol açmıştır.

  Hıristiyanlığa karşı olan bu başkaldırı bilimle olduğu kadar boş-inanla
da ilintilidir ve Kepler örneğinde olduğu gibi bazen her ikisiyle de içiçedir.

  Eskiçağ'da yaygın olmayan, Ortaçağ'da ise hiç görülmeyen çok önemli bir öğe
daha vardır: "çözülemeyen ve tekrarlanan" olgulara duyulan ilgi.
Rönesans öncesinde olgulara karşı merak duyulması kişilere özgüydü; örneğin
İmparator 2. Frederick ve Roger Bacon. Ancak Rönesans döneminde bu merak
aydınlar arasında birden yaygınlaştı. Montaigne'de bu, Doğal Yasalara ilgi
duymaksızın var olan bir meraktır; bu nedenle de Montaigne bir bilim adamı
değildir. Bilim uğraşı, kendine özgü bir genel ve özel ilgiler karışımını
içerir; özel durum, genel durumu aydınlatabileceği umuduyla incelenir.
Ortaçağ'da özel durumun, teorik olarak, genel ilkelerden çıkarılabileceği
düşünülürdü; Rönesans döneminde genel ilkeler gözden düştü ve eski çağlara
olan tutku özel olaylara karşı güçlü bir ilgiye yol açtı. Bu ilgi Grek, Roma
ve skolastik geleneklere göre eğitilmiş beyinlerde, sonunda Kepler ve Galileo
gibi bilimsel kişiliklerin ortaya çıkışını olanaklı kılan düşünsel atmosferi
yarattı. Doğaldır ki bu atmosfer onların çalışmalarını sarmalamış ve günümüzdeki
izleyicilerine kadar gelmiştir. "Bilim, kökenini Rönesans sonlarının tarihsel
başkaldırısından hiç ayırmamıştır; daha çok, ilkel bir inanca dayalı,
rasyonalizm-karşıtı bir hareket olarak sürmüştür. Gerek duyduğu uslamlama
sistemini, tümdengelim yöntemini uygulayan Grek rasyonalizminin yaşayan bir
yadigarı olan matematikten almıştır. Bilim felsefeyi reddeder.
Başka bir deyişle, inancını haklı kılmaya veya açıklamaya hiç gerek duymamış,
Hume'un onu yadsımasına da sessizce kayıtsız kalmıştır."

  Emekleme dönemindeyken onu beslemiş olan boş-inanlardan ayırırsak bilim var
olmayı sürdürebilir mi? Bilimin felsefeye karşı gösterdiği kayıtsızlık,
kuşkusuz, bilimin şaşırtıcı başarısı nedeniyledir. Bilim, insanın güçlü
olduğu duygusunu kuvvetlendirmiş; bu nedenle de, teolojik geleneklerle kimi
zaman çatışmasına karşın, genelde iyi kabul görmüştür. Ancak son zamanlarda,
kendi iç sorunları onu felsefeyle ilgilenmeye yöneltmiştir. Bu, özellikle
uzay ve zamanı bir uzay-zaman düzeninde birleştiren görecelik teorisi için
söz konusu olmuştur. Bunun yanısıra, sürekli olmayan harekete gereksinimi
varmış gibi görünen kuantum teorisi için de geçerlidir. Yine, bir başka
alanda, fizyoloji ve biyokimya, felsefeyi canalıcı bir noktasında tehdit eden
psikolojinin alanına el uzatmaktadır. Dr. Watson'un davranışçılığı bu
saldırının bir öncü kuvvetini oluşturmakta; felsefi gelenek için saygılı
sayılamayacak şeyler içermekte; buna karşın kendine özgü yeni bir felsefeye
de gerek duymaktadır. Bütün bu nedenlerden dolayı bilim ve felsefenin bu
soğuk savaşı sürdürmeleri artık olanaksızdır; düşman ya da dost olmak
zorundadırlar. Bilim, temelleri konusunda felsefenin ona yönelttiği soruları
yanıtlayamazsa dost olamazlar. Dost olmaları durumunda ise birbirlerini yok
ederler; yalnız birinin tek başına alana egemen olması artık olanaksızdır.

  Bilimin felsefi açıdan kendini kanıtlaması için Dr. Whitehead iki şey
önermektedir. Bir yandan yeni bazı kavramlar ortaya atmaktadır ki onlar
sayesinde görecelik ve kuantum fiziği, eski katımadde kavramında yapılacak
bölük pörçük değişikliklerle elde edilecek sonuçlara göre, zihinsel
bakımdan daha doyurucu olan bir yapılanma olanağı bulacaktır. Eserin bu
bölümü henüz arzu edilen ölçüde geliştirilmiş olmamakla beraber geniş
anlamıyla bilim kapsamına girmektedir ve bizleri bazı olgular hakkındaki
teorik bir yorumu bir başkasına tercih etmeye yönelten alışılmış
kanıtlama yöntemine de olanak vermektedir.

  Tekniğinin zor olduğunu belirtmek dışında bu konuya değinmeyeceğim. Şu
anda ilgilendiğimiz konu yönünden önemli olan, Dr. Whitehead'in
eserinin daha felsefi olan bölümüdür. Bize sadece daha iyi bir bilim
önermekle yetinmeyip, aynı zamanda Hume'dan bu yana bir anlamda rasyonel
olmayan geleneksel bilimi rasyonel kılacak bir de felsefe öneriyor. Bu
felsefe temelde Bergson'unkine çok benzer. Burada karşılaştığım zorluk
şudur: Dr. Whitehead'in yeni kavramları, normal bilimsel ve mantıksal
sınamalara olanak veren formüllerle ifade ediliyorlarsa da öne sürdüğü
felsefeyi gerektirmiyorlar gibi görünüyor.

  Bu nedenle felsefesi kendi içerdiği değerlere göre kabul edilmelidir. Onu,
eğer doğru ise, bilimi haklı kıldığı (justification) için kabul etmemeliyiz;
çünkü tartıştığımız sorun bilimin haklı kılınmasının olanaklı olup
olmadığıdır. Onu olduğu gibi, bize gerçekten doğru gelip gelmediği bakımından
incelemeliyiz; ancak bunda da kendimizi eski kargaşa ile yüzyüze buluyoruz.

  Şimdi sadece tek bir nokta, ama çok önemli bir nokta üzerinde duracağım.
Bilindiği gibi Bergson geçmişin bellekte yaşamayı sürdürdüğü, hiç bir şeyin
asla gerçekten unutulmadığı kanısındadır. Bu noktalarda Dr. Whitehead onunla
hemfikir görünüyor. Bu şairane bir ifade olarak çok hoş olmakla
beraber, benim düşünüşüme göre, olayları bilimsel netlikle dile getirdiği
kabul edilemez. Geçmişteki bir olayı -diyelim ki Çin'e varışımı- anımsıyorsam,
yeniden Çin'e vardığımı söylemem sadece mecazi bir ifadedir. Anımsadığım
zaman bazı sözcükler ve imgeler belirir. Bunların anımsadığım şeylerle
nedensellik ve benzerlik ilişkisi vardır ve bu benzerlik genellikle mantıksal
yapı benzerliğinden öte bir şey değildir. Anının, geçmişteki olayın varlığını
sürdürmesi olduğunu söylesek bile bu, olayın kendisi ile anısı arasındaki
ilişki hakkındaki bilimsel soruya bir yanıt oluşturmaz. Çünkü öyle söylesek
bile, yine de, aradan geçen sürede olayın değiştiğini kabul etmek zorundayız;
bu sefer de değişimin hangi bilimsel yasalar uyarınca gerçekleştiği sorusuyla
karşı karşıya kalırız. Anıyı yeni bir olay olarak veya oldukça değişmiş eski
bir olay olarak adlandırmanın bilimsel problem açısından bir farkı yoktur.

  Hume'dan bu yana bilim felsefesinde yer alan iki büyük skandal nedensellik
ve tümevarımdır. Bu iki yönteme hepimiz güveniriz; ancak Hume bu inancın
hiçbir rasyonel temele dayanmayan, bilinçsiz bir inanç olduğu yolunda bir
kanı uyandırmıştır. Dr. Whitehead kendi felsefesinin Hume'a bir yanıt olanağı
sağladığına inanıyor. Kant da aynı şeyi düşünmüştü. Ben her ikisini de kabul
edemiyorum. Ancak herkes gibi ben de bir yanıt olması gerektiğine inanmaktan
da kendimi alamıyorum. Bu durum derin bir rahatsızlık kaynağıdır; bilim ile
felsefe karıştırılmaya devam ettikçe rahatsızlık artacaktır. Bir yanıt
bulunabileceğini ummak durumdayız; ancak ben yanıtın bulunmuş olduğuna
inanamıyorum.

  Bilim günümüzdeki durumuyla kısmen olumlu, kısmen de olumsuz olarak
düşünülebilir. Bize çevremizi düzenleme gücü vermesi ve küçük de olsa
önemli bir azınlık için zihinsel doyum olanağı sağlaması bakımından da
olumludur. Olumsuzdur; çünkü ne kadar maskelemeye çalışsak da insan
eylemlerini, teorik olarak, önceden tahmin etme olanağını içeren bir
gerekirciliği varsaymakta, bu bakımdan da sanki insanın gücünü azaltmaktadır.
Doğal olarak insanlar bilimin olumlu yönünü alıkoyup olumsuz yönünden
kurtulmayı arzular; ancak bunu başarma çabaları şimdiye dek boşa
çıkmıştır. Nedensellik ve tümevarıma inancımızın irrasyonel olduğunu
vurgularsak, bilimin doğru olup olmadığını bilmediğimiz ve bize onu olumlu
kılan, çevremize egemen olma olanağının her an yok olabileceği sonucuyla
karşılaşırız. Ancak bu sonuç tümüyle teorik olup, çağdaş bir insanın uygulamada
benimseyeceği birşey değildir. Öte yandan bilimsel yöntemin savlarını kabul
edersek nedensellik ve tümevarımın, herşeye olduğu gibi, insan iradesine de
uygulanabilir olduğunu kabulden kaçınamayız. Yirminci yüzyılda fizik,
fizyoloji ve psikoloji alanlarındaki gelişmeler bu sonucu güçlendirmektedir.
Sonunda öyle görünüyor ki, bilimin rasyonel kanıtlaması teorik olarak
yetersiz ise de, bilimin olumsuz yönlerini bırakıp olumlu olanlarını
alıkoymamızı sağlayan bir yöntem mevcut değildir. Durumun mantığıyla
yüzleşmekten kaçınarak kuşkusuz bunu başarabiliriz. Ancak o zaman dünyayı
anlamayı amaç edinmiş olan bilimsel keşif dürtüsünü de daha kaynağında
kurutmuş oluruz. Geleceğin bu karmaşık probleme daha doyurucu bir çözüm
getirmesini umalım.

  İnsan Rasyonel Olabilir mi?

  Kendimi hep bir rasyonalist olarak düşünürüm; ve bana göre bir rasyonalist,
insanların rasyonel olmasını isteyen kişidir. Rasyonellik günümüzde birtakım
sert eleştirilere uğramış bulunuyor; öyle ki, ne anlama geldiğinin bilinmesi,
bilinmesi durumunda da insanların elde edebilecekleri bir şey olup olmadığını
kestirmek zordur. Rasyonelliği tanımlama sorununun biri teorik, öteki de
pratik olmak üzere iki yönü vardır: Rasyonel düşünce nedir? Rasyonel
davranış nasıldır? Faydacılık (pragmatizm) kanıların irrasyonel olduğunu,
psikanaliz de davranışların irrasyonel olduğunu vurgular.
Bu iki yaklaşım çoğu kimseyi, düşünce ve davranışların olumlu bir şekilde
uyum gösterecekleri ideal bir rasyonelliğin var olmadığı görüşüne yöneltmiştir.
Bu da şöyle bir sonuca yol açar görünmektedir: Eğer siz ve ben değişik
kanılara sahipsek, bunu tartışmanın ya da tarafsız bir kişinin hakemliğine
başvurmanın yararı yoktur. Yapabileceğimiz tek şey, parasal ve askeri gücümüz
ölçüsünde, etkili konuşma, reklam, ya da savaş yollarıyla birbirimizle
mücadele etmektir. Böyle bir bakış açısının çok tehlikeli, uzun dönemde ise
uygarlık için yokedici nitelikte olduğu kanısındayım. Bu nedenle, rasyonellik
idealinin, onu yok edeceği düşünülen fikirlerden etkilenmediğini, düşünce ve
yaşama bir yol gösterici olarak eskiden taşıdığı bütün önemi koruduğunu
göstermeye çalışacağım.

  Önce kanıların rasyonelliğini ele alalım. Bunu, basit olarak, bir kanaate
varmadan önce, konuyla ilgili bütün kanıtları dikkate alma olarak tanımlıyorum.
Rasyonel bir kişi kesinliğin olanaklı olmadığı durumlarda olasılığı en kuvvetli
olan görüşe en büyük ağırlığı verir, yabana atılamayacak ölçüde olasılığı
olanları da varsayım olarak aklında tutar; çünkü bunların tercihini gerektiren
bazı kanıtlar sonradan ortaya çıkabilir. Doğaldır ki burada, gerçeklerin
ve olasılıkların çoğu durumda nesnel bir yöntemle -yani iki dikkatli kişiyi
aynı sonuca götürecek bir yöntemle- saptanabileceği varsayılmaktadır. Bu
varsayım sık sık sorgulanmaktadır. Çok kimse aklın tek işlevinin kişinin
kendi özlem ve gereksiniminin doyumunu kolaylaştırmak olduğunu söylemektedir.
Pelebs Ders Kitapları Komitesi'nin yayınladığı Outline of Psychology (Psikolojinin
Anahatları) kitabında (sayfa 68) "Zihin her,seyden çok bir taraf tutma
aracıdır. İşlevi kişiye ya da türe yararlı olacak eylemlerin gerçekleşmesini
ve daha az yararlı olanlarının engellenmesini güven altına almaktır," denilmektedir.
Ancak aynı yazarlar yine aynı kitapta (sayfa 123) ve yine italik harflerle
"Marksistlerin inancı ile dinsel inanç arasındaki fark pek derinlerdedir;
dinsel inanç özlem ve gelenek temeline, diğeri ise nesnel gerçeklerin bilimsel
analizine dayanır," demektedirler. Eğer amaçları kendilerini Marksist inancı
seçmeye yönelten şeyin akıl olmadığını öne sürmek değilse, bu sözler akıl
için söylemiş oldukları sözlerle çelişmektedir. Amaçları ne olursa olsun
"nesnel gerçeklerin bilimsel analizinin" olanaklı olduğunu kabul ettiklerine
göre, nesnel anlamda rasyonel olan görüşlerin de olanaklı olduğunu kabul
etmeleri gerekir.

  İrrasyonel bir bakış açısı öneren daha bilge yazarlar, örneğin faydacı
filozoflar, bu kadar kolay açık vermiyorlar. Onlar, kanılarımızın,
doğru olmaları için uymaları gereken nesnel gerçek diye bir şeyin var
olmadığını ileri sürüyorlar. Onlar için kanılar yalnızca varolma savaşında
kullandığımız silahlardır ve insanın yaşamını sürdürmesine yardımcı
olanlarına "doğru" denilmelidir. Bu görüş İ.S. altıncı yüzyılda, budizm
Japonya'ya ilk eriştiği zamanlar, Japonya'da yaygın olan görüştü. Yeni dinin
doğruluğundan kuşku duyan iktidar, deneme olarak, saray mensuplarından birine
bu dini kabul etmesini emretti; eğer bu kişi başkalarından daha başarılı
olursa yeni din herkesçe kabul edilecekti. Bu yöntem faydacıların bütün
din tartışmalarında -günümüze uyum sağlayacak değişikliklerle- benimsedikleri
yöntemdir; ancak ben, insanı zenginliğe, bütün öteki dinlerden daha çabuk
götürdüğü anlaşılan Museviliğe geçen bir kimse duymadım.

  Faydacılar "doğru"yu bu şekilde tanımlasalar da günlük yaşamda zaman zaman
ortaya çıkan ve bu denli incelikli olmayan sorunlarda hep çok değişik bir
standart uygularlar. Bir cinayet davasının jürisinde yer alan bir faydacı,
kanıtları herhangi bir insan gibi değerlendirecektir; ancak eğer kendisine
özgü ölçütü uygulayacak olsa, toplumda kimin idam edilmesinin daha karlı
olacağını düşünmesi gerekir. Tanım gereği o kişi cinayetin de suçlusudur;
çünkü başka birisinin değil de onun suçlu olduğuna inanmak daha yararlı, bu
nedenle de daha "doğru"dur. Bu tür faydacılık ne yazık ki bazen gerçekten
uygulanıyor. Amerika ve Rusya'da bu tanıma uygun "düzmece suçlamalar"
yapıldığını duymuştum. Ancak böyle durumlarda, gerçeği gizlemek için hiç bir
çaba esirgenmiyor; başarılı olunamazsa da rezalet çıkıyor. Gizleme için
gösterilen bu çaba, bir cinayet olayında polisin bile nesnel gerçeğe
inandığını göstermektedir. Bilimde aranan da bu türden -çok alelade ve tatsız-
bir nesnel gerçektir. İnsanlar, onu bulma umudunu taşıdığı sürece, dinde
aranan gerçek de bu türdendir. İnsanlar ancak dinin gerçek olduğunu doğrudan
kanıtlamaktan umut kestiği zamandır ki, onun sözümona yeni-moda bir anlamda
"gerçek" olduğunu kanıtlamaya koyulmuşlardır.

  Genel olarak ifade etmek gerekirse, irrasyonalizm, yani nesnel gerçeği
yadsımak, hemen her zaman, hiçbir kanıtı olmayan birşeyde ısrar etmek; ya da
çok sağlam kanıtları olan birşeyi yadsımak arzusundan kaynaklanır. Ancak,
yatırım yapmak gibi, bir hizmetçi tutmak gibi pratik konularda hep nesnel
gerçeğe olan inanç egemen olur. Eğer herhangi bir konudaki inancımızın doğru
olup olmadığı gerçek olgularla sınanabiliyorsa, başka konularda da
aynı sınama yapılmalıdır. Bunun uygulanmadığı durumlar bizi bilinemezciliğe
(agnostisizme) götürür.

  Konuları göz önüne alındığında bu düşünceler kuşkusuz çok yetersiz
kalmaktadır. Gerçek olguların nesnelliği sorunu, filozofların şaşırtmacaları
nedeniyle çok zorlaşmıştır. Bu konuyu başka bir yerde daha detaylı olarak ele
almış bulunuyorum. Şimdilik, gerçek olguların var olduğunu, bunların bazılarının
bilinebildiğini, diğer bazıları için ise bilinen gerçek olgulara göre bir
olasılık derecesi saptanabileceğini varsayacağım. Ancak kanılarımız çoğu kez
gerçeklere ters düşer; hatta belirli kanıtlara göre bir şeyin olası olduğunu
söylediğimizde bile, aynı kanıtlara göre o şeyin olası olmadığı da söylenebilir.
Bu durumda rasyonelliğin kuramsal yanı, gerçek olgulara ilişkin kanılarımızı
özlemlere, önyargılara, geleneklere değil, kanıtlara dayandırmaktan ibarettir.
Rasyonel bir kimse, konuya bağlı olarak, bir hukukçudan ya da bir bilimciden
farksızdır.

  Bazı kimseler, insanların en çok değer verdiği kanılarının tuhaf, hatta
çılgınca denebilecek kökenlerine dikkat çekerek psikanalizin, kanılarımızın
rasyonel olmasının olanaksızlığını saptadığını düşünürler. Psikanalize derin
bir saygım vardır ve son derece yararlı olabileceğine inanırım. Ancak Freud
ve ardıllarına esin kaynağı olan bakış açısı bir ölçüde gözden kaçırılmaktadır.
Onların yöntemlerinin temel amacı, tedavi etmeye, isteri ve çeşitli türden
akıl bozukluklarını iyileştirmeye yöneliktir. Savaş sırasında ortaya çıkan
savaş nevrozunun en etkili tedavi yönteminin psikanaliz olduğu kanıtlanmıştır.
Rivers'ın daha çok "mermi şoku" hastalarıyla olan deneyimlerine dayanarak
yazdığı Instinct and Unconscious (İçgüdü ve Bilinçötesi) kitabında, açıkça
kabullenilmediği zaman korkunun yol açtığı kötü etkiler çok güzel bir şekilde
incelenmektedir. Bu etkiler, doğal olarak, çeşitli tiplerde felçler,
görünürde fiziksel olan hastalıklar gibi, daha çok zihinsel olmayan türdendir.
Şimdilik bunlarla ilgilenmeyeceğiz; konumuz zihinsel bozukluklardır. Delilerdeki
kuruntuların çoğunun içgüdüsel engellemenin bir sonucu olduğu ve tümüyle
zihinsel yollarla -yani hastaya, anısını baskı altında tuttuğu gerçekleri
anımsatmak yoluyla- tedavi edilebildikleri anlaşılmıştır. Bu çeşit bir tedavi
ve onu çağrıştıran durum, hastanın yitirmiş olduğu sağlıklı bir ruh
halinin var olduğunu ve unutmayı en çok istedikleri de dahil olmak üzere,
bütün işe yarar gerçekleri bilinç yüzüne çıkarmakla bunun tekrar kazanılabileceğini
varsayar. Bu, bazı kişilerce ısrarla önerildiği üzere, irrasyonelliği karşı
koymadan kabullenme yönteminin tam tersidir.

  Bu kişilerin tek bildiği, yalnız psikanalizin, irrasyonel kanıların
etkinliğini ortaya çıkardığıdır; onun amacının bu etkinliği belirli bazı
tıbbi yöntemlerle azaltmak olduğunu unuturlar veya gözardı ederler. Benzer
bir yöntemle delilikleri pek belirgin olmayan kişilerin irrasyonel tutumları
da tedavi edilebilir; yeter ki hastalar kendi kuruntularını paylaşmayan bir
hekimin tedavisine rıza göstersinler. Ancak, cumhurbaşkanları, bakanlar,
önemli şahsiyetler bu koşulu nadiren yerine getirirler; ve tedavi görmeden
yaşamlarını sürdürüp giderler.

  Buraya kadar rasyonelliğin teorik yönünü ele aldık. Şimdi üzerinde
duracağımız pratik yönü ise daha da büyük bir zorluk sergiler. Pratik konulardaki
fikir ayrılıklarının iki kaynağı vardır: Birincisi tartışmacıların arzuları
arasındaki farklılık, ikincisi de arzularını gerçekleştirme araçlarını
değerlendirmedeki farklılıktır. İkinci tür farklılıklar gerçekte teoriktir;
ancak sonuçları açısından uygulamaya dönüktürler. Örneğin bazı yetkililer ilk
savunma hattımız için savaş gemileri gerektiğini ileri sürerken, diğerleri
de uçakların gerekliliğini vurgular. Burada önerilen sonuç, yani ulusal
savunma konusunda bir farklılık yoktur; fark, bunun hangi araçlarla yerine
getirileceğindedir. Bu nedenle tartışma salt bilimsel bir yöntemle çözümlenebilir;
çünkü anlaşmazlığa neden olan fikir ayrılığı gerçeklerle; geçmiş veya gelecek,
kesin veya olası gerçeklerle ilgilidir. Buna benzer bütün durumlarda söz
konusu olan, her ne kadar uygulamaya yönelik bir konuysa da, teorik olarak
nitelendirdiğimiz türden bir rasyonellik işe karışır.

  Ancak bu sınıfa dahil edebileceğimizi düşündüğümüz birçok olayda,
uygulamada büyük önem taşıyan bir zorluk ortaya çıkmaktadır. Belirli bir şeyi
yapmak isteyen bir kimse, böyle yapmakla yararlı saydığı bir sonuca
ulaşacağına kendini inandırır; o arzusu olmasaydı böyle bir inanç için hiç
bir neden olmayacağını bilse bile. Gerçekler ve olasılıklarla ilgili
konulardaki yargıları da, kendisininkine karşıt arzuları olan bir başka
kişininkinden çok farklı olacaktır.

  Herkesin bildiği gibi kumarbazlar uzun dönemde kesinlikle kazandıracak
sistemler konusunda irrasyonel inançlarla doludurlar. Politikayla
ilgilenenler kendi partilerinin başkanının, rakip politikacıların düzenbazlığına
düşmeyeceğine kendilerini inandırırlar. Yönetmeyi sevenler halk tabakasına
koyun sürüsü gözüyle bakmanın onların yararına olduğunu düşünürler; sigaradan
hoşlananlar sigaranın sinirleri yatıştırdığını, alkolden hoşlananlar da
alkolün zihni uyardığını söylerler. Bu tür gerekçelerin yol açtığı yargılar,
olayların değerlendirilmesinde önlenmesi zor olan yanılgılara yol açar.
Alkolün sinir sistemi üzerindeki etkisi konusunda yazılmış bilimsel bir
makale bile çoğu kez, satır aralarında içerdiği kanıtlarla, yazarın alkole
karşı kişisel tutumunu açığa vurur; her iki olasılıkta da, olaylara kendi
alışkanlığını destekleyici bir gözle bakmak eğilimi vardır. Bu tür düşünceler
politika ve din konularında büyük önem taşır.

  Çoğu kimse politik görüşlerini belirlerken toplumun iyiliği isteğiyle yola
çıktığını düşünür; ancak on kişiden dokuzunun politik eğilimi onun geçimini
nasıl kazandığına bakarak kestirilebilir. Bu durum bazı kimseleri bu tür
konularda objektif davranılamayacağı, karşıt eğilimli sınıflar arasında
şiddetli rekabet dışında bir yöntem bulunamayacağı görüşünü savunmaya;
birçoklarını da gerçekten öyle olduğuna inanmaya yöneltmiştir.
Psikanaliz işte böyle konularda yararlıdır; çünkü insanların o zamana kadar
bilinç-altında olan önyargılarının farkına varmalarını sağlar.
Bize kendimizi, başkalarının bizi gördüğü gibi görmemize olanak veren bir
teknik; ayrıca, bu görünümümüzün sandığımız kadar da haksız olmadığını
gösteren bir neden sağlar. Bu yöntem, olgulara bilimsel yaklaşım alışkanlığı
ile birlikte yaygın olarak öğretilirse insanları, gerçek olayları
değerlendirme ve eylemlerin olası etkileri hakkındaki inançları konusunda,
daha rasyonel olmalarını olanaklı kılar. Eğer insanlar bu konularda
anlaşmazlığa düşmezse, geri kalan anlaşmazlıklara uyumlu çözümler bulabilecekleri
hemen hemen kesindir.

  Ancak yine de tümüyle zihinsel yöntemlerle çözümlenemeyecek bir tortu
kalacaktır. Bir kimsenin arzuları başka bir kişininkiyle tam tamına uyum
içinde olmaktan çok uzaktır. Borsada iki rakip şu veya bu eylemin etkileri
konusunda tümüyle aynı fikirde olabilirler; ancak bu pratikte de uyuma yol
açmaz; çünkü ikisi de ötekinin zararı pahasına zengin olmayı arzu etmektedir.
Ancak bu durumda bile, doğacak olumsuz sonuçların büyük bölümü rasyonellik
sayesinde önlenebilir. Yüzünü beğenmediği için öfkeyle burnunu kesen bir
kişinin davranışının irrasyonel olduğunu söyleriz. İrrasyoneldir;
çünkü duygularına kapılarak o anda şiddetle hissettiği arzusunu yerine
getirmekle, kendisi için uzun vadede daha önemli olan özlemlerinin
engelleneceğini unutmuştur. İnsanlar rasyonel olsalardı, kendilerine neyin
yararlı olduğunu şimdikinden çok daha doğru olarak görürlerdi.

  Eğer bütün insanlar bilinçli olarak kişisel çıkarları doğrultusunda
davransalardı dünya da şimdiki durumuna kıyasla bir cennet olurdu.
Hareketlerimizi yönlendirme açısından kişisel çıkarlardan daha iyi birşey
olmadığını söylemiyorum; ancak kişisel çıkarın da, başkalarının
iyiliği için özveride bulunma örneğinde olduğu gibi, bilerek gözetildiğinde,
bilmeden gözetildiği durumdakinden daha iyi olduğunu düşünüyorum. Düzenli bir
toplumda, başkalarının zararına olan bir şeyin, onu yapan kişinin çıkarına
olması pek enderdir. Bir insan rasyonellikten uzaklaştığı ölçüde, başkalarını
inciten şeylerin kendisini de inciteceğini göremez; çünkü nefret
ve haset onu körleştirmiştir. Bu nedenle, bilerek gözetilen kişisel çıkarın
en yüce ahlak ilkesi olduğunu savunmuyorsam da, eğer yaygın olarak
benimsenirse dünyanın şimdi olduğundan çok daha iyi bir dünya olacağında
ısrar ediyorum.

  Günlük yaşamda rasyonellik, sadece o anda güçlü olan arzularımızı değil,
içinde bulunulan duruma ilişkin bütün isteklerimizi anımsama alışkanlığı
olarak tanımlanabilir. Fikirlerin rasyonelliğinde olduğu gibi bu da bir ölçü
sorunudur. Tam bir rasyonellik, kuşkusuz, erişilmesi olanaksız bir idealdir.
Bununla beraber, bazı insanları deli olarak nitelediğimiz sürece, bazı
insanların diğerlerinden daha rasyonel olduğunu varsaydığımız ortadadır.
Dünyadaki elle tutulur her türlü iyiye gidişin, pratik ve teorik
rasyonalizmin güçlenmesinden kaynaklandığı kanısındayım. Altruistik (Kendi
yararını gözetmeksizin başkalarının iyiliğini düşünme; bencilliğin karşıtı.(Ç.N.))
bir ahlak öğütlemek, bana biraz da yararsız görünüyor; çünkü böyle bir öğüt onu zaten
benimsemiş olanlar dışında kimseye çekici gelmeyecektir. Ancak rasyonelliği
öğütlemek biraz farklıdır; çünkü, bizim kendi arzularımız her ne ise,
rasyonellik genellikle onları gerçekleştirmemize yardımcı olur. Bir
kimse, aklının arzularını algıladığı ve onlara egemen olduğu ölçüde
rasyoneldir. Sonuç olarak inanıyorum ki, en önemli şey aklımızın eylemlerimize
egemen olmasıdır; bilim, birbirimize zarar verme olanaklarını artırdıkça
toplumsal yaşamın sürmesini olanaklı kılan da bu olacaktır. Eğitim, basın,
politika, din -kısacası dünyanın en etkili güçleri- şu anda irrasyonellikle
eleledir. Bu güçler Kral Demos'u yoldan çıkarmak için ona övgüler yağdıran
kişilerin elindedir. Çare, gerçekleştirilmesi çok zor olan sosyal ve siyasal
değişimlerde değil; bireylerin komşuları ve dünya ile olan ilişkilerine daha
akıllıca ve dengeli bir bakış açısı getirme çabalarında yatmaktadır.
Dünyamızın çekmekte olduğu sıkıntıların çözümünü, günden güne yaygınlaşmakta
olan rasyonalizmde aramamız gerekir.

  Yirminci Yüzyılda Felsefe

  Ortaçağ'ın sonlarından bu yana felsefenin sosyal ve politik önemi giderek
azalmıştır. Ortaçağ'ın en büyük filozoflarından olan William Ockham (1300-1349),
Keiser (962-1806 yıllarında Kutsal Roma Hükümdarlarına verilen ünvan. (Ç.N.))
tarafından Papa'ya karşı broşürler yazmak üzere tutulmuştu.
O dönemlerin en ateşli sorunları okullarla ilgili tartışmalardı. Onyedinci
yüzyılda felsefede görülen gelişmelerin tümü Katolik Kilisesine muhalefetle
az çok bağlantılıydı. Malebranche (1638-1715) gerçi bir rahipti; ancak
şimdilerde rahipler onun felsefesini kabulden menedilmişlerdir. Locke'un
(1632-1704) ardılları onsekizinci yüzyıl Fransasında, Bentham (1748-1832)
yanlıları ondokuzuncu yüzyıl İngilteresinde, politikada çoğunlukla aşırı
tutucu görüşleri benimsemişler; çağdaş liberal burjuva görüşünün de yaratıcısı
olmuşlardır. Ancak felsefi ve politik görüşler arasındaki karşılıklı ilişki
zamanla daha belirsiz bir duruma gelmektedir. Hume (1711-1776) felsefede
aşırı tutucu olduğu halde politik yönden bir Tory (Şimdiki adı Muhafazakar
Parti olan İngiliz siyasal partisi mensubu. (Ç.N)) idi. Yalnızca, Devrim'e
kadar bir Ortaçağ ülkesi olan Rusya'da politika ve felsefe arasında açık bir
ilinti var olmayı sürdürdü. Bolşevikler materyalist, Beyazlar ise idealisttirler.
Tibet'te bu ilinti daha da güçlüdür; devlet yönetiminde en büyük ikinci kişi
"baş metafizikçi" olarak adlandırılır. Başka yerlerde felsefe artık böylesine
saygın bir konumdan yoksundur.

  Yirminci yüzyıl akademik felsefesi başlıca üç grupta toplanmış bulunuyor.
Birincisi genellikle Kant (1724-1804), bazen de Hegel (1770-1830)
yanlılarını içine alan klasik Alman felsefesidir. İkinci grup, pragmatistler
ile Bergson'dan oluşur. Üçüncü grupta ise bilim yanlıları yer alır; bunlara
göre felsefede ne özel bir gerçek çeşidi, ne de ona erişmeyi sağlayan belirli
bir yöntem vardır. Bunlara kısaca gerçekçiler (realistler) denebilir; ancak
aralarında bu sıfata tam olarak uymayan çok kişi vardır. Bu farklı ekoller
arasındaki ayrım belirgin değildir; ve kişiler bazı konularda birine, bazı
konularda da diğerine mensup olabilirler. William James (1842-1910) hem
gerçekçiliğin hem de pragmatizmin kurucusu sayılabilir. Dr. Whitehead'in son
kitapları gerçekçilerin yöntemlerini uygulayarak, az çok Bergsoncu
denilebilecek bir metafiziğin savunmasını yapar. Birçok filozof, epeyce bir
mantık gösterisinden de kaçınmayarak, Einstein'ın doktrinlerinin Kant'ın
zaman ve uzayın öznel olduğu yolundaki kanısına bilimsel bir temel
oluşturduğu görüşünü benimsemektedir. Görülüyor ki olgulardaki
belirginlik, mantıktaki belirginlik kadar net değildir. Bununla beraber,
mantıktaki belirginlik, düşüncelerin sınıflandırılmasını olanaklı kılan
bir çerçeve oluşturması açısından yarar sağlar.

  Alman idealizmi yirminci yüzyıl boyunca savunmada kalmıştır. Yeni
ekolleri profesör olmayan kişilerin önemli bulduğu kitaplar temsil etmiştir.
Bu kitaplar hakkındaki eleştirilere göre değerlendirme yapan bir kimse, bu
ekollerin diğerlerinden etkin olduğunu düşünebilir. Ancak, Amerika'da olmasa
bile, Almanya, Fransa ve İngiltere'de felsefe öğretenlerin çoğunluğu hala
klasik geleneğe bağlıdırlar. Bu gruba dahil olan bir gencin iş bulması,
dahil olmayan birine göre çok daha kolaydır. Klasik geleneğe karşı çıkanlar
ise "Alman" olan her şeydeki kötülükte bu felsefenin de payı olduğunu ve
Belçika'nın işgalinden de bir anlamda sorumlu olduğunu göstermeye çalıştılar.
Ancak onu destekleyen öylesine ünlü ve saygılı kişilerdi ki bu saldırılar
başarılı olamazdı. Bu kişilerden ikisi, Emile Boutroux ve Bernard Bosanquet,
ölümlerine kadar uluslararası toplantılarda sırasıyla Fransız ve İngiliz
felsefelerinin resmi sözcülüğünü yapmışlardır.

  Dinci ve tutucu kesimler de hıristiyanlığa aykırı akımlara ve devrimlere
karşı kendilerini savunmada daha çok bu ekolden yararlanmaktadırlar. Bunlar
statükoculara özgü güç ve zaaflara sahiptirler; gelenekten kaynaklanan güç
ile yeni düşünce yokluğundan kaynaklanan zaafa.

  İngilizce konuşulan ülkelerde bu konuma yirminci yüzyıl başlarından az
önce gelinmiştir. Ben ciddi olarak felsefe çalışmaya 1893 yılında, Mr.
Bradley'in Appearance and Reality (Görünüm ve Gerçek) kitabının çıktığı
yılda başladım. Mr. Bradley Alman felsefesinin İngiltere'de de
kabulü için savaşanlardan biriydi; yaklaşımı ise geleneksel inançları
savunanlardan çok başkaydı. Onun Logic (Mantık) ve Appearance and Reality
kitapları, çağdaşlarım üzerinde olduğu gibi bende de çok derin bir etki
yapmıştı. Onlarda ileri sürülen tezlerle uzun süreden beri uyuşmadığım
halde bu kitaplara büyük saygı duyarım.

  Hegel yanlılarının görüşleri, gerçek dünya hakkında bizlere sadece
mantığın çok şeyler anlatabileceği inancına dayanır. Mr. Bradley de bu
düşünceye katılmaktadır. Görünürdeki dünyanın kendi kendisiyle çeliştiğini;
bu nedenle de aldatıcı olduğunu; gerçek dünyanın ise, mantıksal olma
zorunluluğu yüzünden, şaşırtıcı bazı özelliklere sahip olmasının doğal
olduğunu öne sürmektedir. Gerçek dünya zamanda ve uzayda olamaz; birbiriyle
içiçe ilintili çeşitli şeyler içeremez; ayrı ayrı benlikler içeremez; hatta
bilme olgusundaki özne ve nesne arasındaki ayrılık şeklinde bir bölünme
içeremez. Bu nedenle o, düşünceden ve istemden çok duyguya benzeyen
bir şeyle bağlantılı olan, zamandan bağımsız, tek bir Mutlak'tan ibarettir.
Şu dünyamız bütünüyle bir görüntüdür; ve de üstünde oluyor gibi görünen
şeylerin gerçekte bir önemi yoktur. Bu doktrin ahlak kavramını yok edebilir.
Ancak ahlak duygusaldır; mantıkla bağdaşmaz. Gerçekten de Hegel yanlıları,
temel ilkeleri olarak, Hegel felsefesini doğru kabul ederek davranmamız
gerektiğini ısrarla vurgularlar; ancak şunu gözden kaçırıyorlar: eğer bu
felsefe doğru ise nasıl davrandığımızın da hiç önemi yoktur.

  Bu felsefe iki yönden eleştirilmişti. Bir yanda mantıkçılar vardı; bunlar
Hegel'in yanlışlarına dikkat çektiler; ilişkilerin ve çokluğun, zaman
ve uzayın gerçekte kendileriyle çelişir şeyler olmadığını ileri sürdüler.
Öte yanda da mantık ürünü bir dünyada var olan kalıplaşmayı ve düzenliliği
beğenmeyenler vardı; onların başında da William James ve Bergson yer alıyordu. Bu
iki ayrı eleştirinin yandaşları, önemli olmayan
bazı rastlantısal durumlar dışında, mantıksal
açıdan birbirlerine aykırı düşmüyorlardı; ancak
mizaçları farklıydı ve başka başka bilgilerden
esinleniyorlardı. Bunun yanısıra ilgi alanları da
farklıydı; birinin ilgisi akademik, ötekinin ise
insancıldı. Akademik açıdan bakanlara göre Hegelcilik
doğru değildi; insancıl açıdan bakanlara
göre ise hoş değildi. Doğal olarak bu ikinciler
daha yaygın bir başarıya ulaştılar.

  İngilizce konuşulan dünyada Alman idealizminin
tahttan indirilmesinde en büyük etken
William James olmuştur. Bunu Psychology (Psikoloji)
adlı eserinde söyledikleriyle değil, yaşamının son
yıllarında ve ölümünden sonra yayınlanan bir dizi küçük
kitapta ortaya koyduklarıyla başarmıştır. 1884 yılında
Mind dergisinde yayınlanmış olup ölümünden sonra basılan Essays
in Radical Empiricisim (Radikal Deneycilik
Üzerine Denemeler) kitabında yer alan bir makalesinde
(sayfa 276-8) kişisel eğilimini olağanüstü bir sevimlilikle
dile getirmektedir:

  "Bizler temelde kuşkucu olmadığımıza göre,
çeşitli inançlarımızın arkasında yatan güdüleri
birbirimize açıkta itiraf edebiliriz. Ben kendiminkini
içtenlikle itiraf ediyor ve bütün güdülerimin
mantıksal değil, estetik türden olduğunu düşünmekten
kendimi alamıyorum. İnceden inceye detaylı olan evren,
yanılmaz ve kusursuz enginliğiyle sanki nefesimi
kesiyor. Olanakları olmayan gerekliliği, özneleri
olmayan ilişkileri sanki bana hiçbir çekince hakkı
bırakmayan bir anlaşma yapmışım, veya daha doğrusu, sanki diğer
konuklardan kaçarak sığınabileceğim kişisel bir odası olmayan
büyük bir sahil pansiyonunda yaşamak zorunda kalmışım hissini
veriyor. Ayrıca günahkarlarla ferisiler (Yazılı yasalara ve örf hukukuna
titizlikle uymayı öngören eski bir Musevi tarikatı mensubu. (Ç.N.))
arasındaki eski anlaşmazlığın da bu konuyla bir ilişkisi olduğunu açıkça görmekteyim. Bildiğim
kadarıyla, Hegelcilerin hepsi kendini beğenmiş ukalalar değildirler;
ancak öyle sanıyorum ki bütün kendini beğenmiş ukalalar geliştikçe
sonunda Hegelci oluyorlar. Aynı cenaze için tören yapmak üzere
yanlışlıkla çağrılan iki papazla ilgili bir fıkra vardır:
Önce birisi gelir ve duada Ben Yeniden-dirilişim; ben Yaşamım
sözcüklerinden öteye gidemeden ikincisi içeri girer: O da Yeniden-diriliş
benim, Yaşam benim, diye bağırır. İnceden inceye felsefesi,
gerçekte var olduğu haliyle, çoğumuza bu papazı çağrıştırır. Korkunç
derinlikleri, bilinmeyen akıntılarıyla ağır ağır nefes alan engin,
bilinçsiz Kozmos'u temsil etmek için fazla sıkı düğmeli olduğu söylenebilir.

  William James gibi, Hegelciliği bir sahil pansiyonuna benzeten başka bir
kimse olmadığına bahse girilebilir sanırım. Bu makale 1884 yılında
hiçbir etki yaratmadı; çünkü o zamanlar Hegelcilik giderek artan bir
saygınlık görmekteydi; filozoflar da kendi mizaçları ile kanıları
arasında bir bağlantı olabileceğini kabullenmeyi hala öğrenmemişlerdi.
1912'de (ikinci baskı tarihi) ortam çeşitli nedenlerle değişmiş bulunuyordu.
William James'in öğrencileri üzerindeki etkisi de bu nedenlerden biridir.
Yazıları dışında onu sadece yüzeysel olarak tanıdım; ancak, onun doğasında,
görüşlerini oluşturmakta katkısı olan üç öğenin ayırdedilebilir olduğu
kanısındayım. Bunlardan, zaman açısından en sonda, felsefi katkı açısından
ise en önde geleni, gördüğü fizyoloji ve tıp eğitiminin etkisidir. Bu ona
esinlerini Platon'dan, Aristoteles'ten, ve Hegel'den alan tümüyle yazınsal
filozoflara kıyasla daha bilimsel ve biraz da materyalist bir eğilim
vermiştir.

  Özgür iradeyi irdelediği bölüm gibi önemli birkaç bölüm dışında
Psychology kitabında bu öge egemendir. Felsefi yapısındaki ikinci etken,
babasından geçen ve kardeşinde de var olan mistik ve dindar eğilimdir. Bu
eğilim onun Will to Believe (İnanma Arzusu) kitabına ve psişik araştırmalara
olan ilgisine yol açmıştır. Üçüncü etken, yine kardeşiyle paylaştığı aşırı
titiz yapısından kurtulup yerine Walt Whitman usulü demokratik bir
yaklaşım benimsemek için, New Englandlı benliğinin bütün içtenliğiyle
giriştiği bir çabadır. Yukarıdaki alıntıda hiç bir kişisel odası olmayan
pansiyondan duyduğu dehşet (Walt Whitman buna bayılırdı), titiz yapısını
açıkça ortaya koyuyor. Demokratik olma arzusu da kendisini bir ferisi
değil bir günahkar yerine koymasında görülmektedir. Bir ferisi olmadığı
kesindi; ancak en az günah işlemiş kimselerden biri olsa gerek. Bu konudaki
tutumu her zamanki alçakgönüllülüğüne pek de uymamaktadır.

  En kusursuz insanlar genellikle bu kusursuzluklarını birbiriyle bağdaşmaz
sayılan bazı özelliklerin karışımına borçludurlar; bu, çağdaşlarının çoğunun
farkettiğinden daha önemli bir kişi olan James için de geçerlidir. Kendisi
faydacılığı, dinsel umutları bilimsel varsayımlar olarak ifade etmenin
yöntemi olarak savundu; ve, madde ile ruh arasındaki karşıtlığı, bunlardan
birine üstünlük tanımadan önlemenin bir aracı olarak "bilinç" diye bir şeyin
var olmadığı yolundaki devrimci bir görüşü benimsedi. Felsefesinin bu
iki bölümünde farklı yandaşları oldu. Birincisini Schiller ve Bergson,
ikincisini yeni gerçekçiler destekledi. Ünlüler arasında yalnızca Dewey
(1859-1952) her ikisinde de ona katılıyordu.

  Farklı tarihçeleri ve farklı bağlantıları olduğu için bu iki bölümün ayrı
olarak ele alınmaları gerekir. James'in yapıtlarından Will to Belieue 1897,
Pragmatism 1907 tarihlidir. Schiller'in Humanism, Dewey'in Theories in
Logical Theory (Mantık Teorisi Üzerinde İncelemeler) kitapları
ise 1903 tarihlidir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında felsefe dünyası
faydacılık konusuyla canlanmıştı; daha sonraları aynı beğenilere hitap eden
Bergson onun tahtına geçti. Faydacılığın üç kurucusu kendi aralarında büyük
farklılıklar gösterirler; James, Schiller ve Dewey'i bu felsefenin, sırasıyla
dinci, edebi ve bilimsel temsilcileri olarak tanımlayabiliriz. Çünkü James
her ne kadar çok-yönlü idiyse de faydacılıkta, onun dindar yönü kendine bir
çıkış yolu bulmuştur.

  Şimdi bu farklılıkları bir yana bırakarak savı bir bütün olarak ele alalım.
Savın temeli belli bir tür kuşkuculuktur. Geleneksel felsefe, dinin temel
savlarını kanıtladığı iddiasındaydı. Bu felsefenin karşıtları ise bu
kanıtlamanın geçersiz olduğunu kanıtlayabileceklerini; veya, en azından
Spencer (1820-1903) gibi, bunların kanıtlanamaz olduğunu kanıtlayabileceklerini
iddia ettiler. Ancak, eğer bunlar kanıtlanamazlarsa geçersizlikleri de
kanıtlanamaz gibi görünüyordu. Spencer gibi kişilerin çok sağlam saydıkları
birçok sav; nedensellik, hukukun üstünlüğü, belleğin genel güvenirliği,
tümevarımın geçerliği gibi doktrinler bu durumdaydı. Bütün bunlar rasyonel
bir bakış açısından bilinmezcilik (agnostisizm) kapsamına girmeli,
hüküm vermekten kaçınılmalıdır. Çünkü, görebildiğimiz kadarıyla bunlar
doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanabilir şeyler değildirler. James,
pratik kişiler olarak, eğer yaşamayı sürdüreceksek, bu konularda kuşku
içinde kalmamızın olanaksız olduğu savını ileri sürdü. Örneğin, geçmişte
bizi beslemiş olan yiyeceklerin gelecekte bizi zehirlemeyeceklerini
varsaymamız gerekir. Bazen de yanılırız; ve de ölürüz. Bir fikrin doğruluğu
onun "gerçek-olgu'larla" uyum içinde olup olmasıyla sınanamaz; çünkü bu
gerçek-olgulara hiçbir zaman ulaşamayız. Sınama onun yaşamımızı
iyileştirmedeki ve arzularımızı gerçekleştirmedeki başarısını ölçmekle
yapılır. Bu bakış açısıyla James Varieties of Religious Experience (Dinsel
Deneyimlerde Çeşitlilik) kitabında dinsel inançların çoğunlukla bu sınamayı
başarıyla geçtiğini; bu nedenle de "doğru" olarak nitelendirilmeleri
gerektiğini göstermeye çalıştı. Ona göre, en genel kabule kavuşmuş olan
bilimsel teorilere de ancak bu anlamda "doğru" denebilir: uygulamada geçerli
sonuçlar verirler; haklarında bildiğimiz tek şey de budur.

  Bu görüşün bilim ve dinin genel varsayımlarına uygulanması konusunda
söylenecek çok şey vardır. Geçerli olmanın anlamı dikkatle tanımlanır ve
yalnızca gerçeğin, gerçekten bilinmediği durumların söz konusu olması koşulu
eklenirse, o zaman bu konularda bu savla tartışmaya gerek yoktur. Ancak,
şimdi gerçek doğruyu saptamanın zor olmadığı daha basit örnekleri ele alalım.
Bir şimşek çaktığını gördünüz. Gök gürültüsünü duymayı bekleyebilirsiniz;
veya ışığın, gürültüsü duyulamayacak kadar uzakta olduğunu düşünebilirsiniz;
ya da bu konuyu hiç düşünmezsiniz. En akla yakını bu sonuncu olasılık olmakla
beraber ilk iksinden birini seçtiğinizi varsayalım. Gök gürültüsünü
işittiğinizde düşüncenizin doğruluğu ya da yanlışlığı ortaya çıkmış olur. Bu
da size sağlanan bir avantaj veya dezavantaj nedeniyle değil, bir "gerçek-olgu
nedeniyle, yani gök gürültüsünü duyup duymama olgusuyla gerçekleşir.
Faydacılar dikkatlerini, daha çok, hakkında deneyim sahibi olduğumuz
olgularla doğrulanamayan inançlar üzerinde toplarlar. Günlük uğraşlar
hakkındaki inançlarımızın çoğunun -örneğin filanca kişinin adresinin filanca
olduğu- doğru olup olmadığı, deneyimlerimizle ortaya çıkarılabilir; ve bu
gibi durumlarda bir faydacının kullandığı ölçütlere gerek yoktur. Yukarıdaki
gök gürültüsü örneğinde olduğu gibi, birçok durumda bu ölçütün uygulanma
olanağı yoktur; çünkü doğru olan inancın yanlış olana göre pratik bir
avantajı bulunmadığı gibi, ikisi de başka birşey düşünmek kadar yarar
sağlamaz. Günlük yaşamda karşılaştıklarımıza değil de "büyük" örneklere
sempati duymak felsefecilerin ortak bir kusurudur.

  Faydacılık, nihai felsefi gerçeği içermese de bazı önemli meziyetlere
sahiptir. Birincisi bizim ulaşabileceğimiz gerçeğin yalnızca insani gerçek
olduğunu; bu gerçeğin de, insani olan her şeyde olduğu gibi yanılınabilir ve
değişebilir olduğunu görmesidir. İnsana özgü olanlarının dışında kalan
olaylar gerçek değil, gerçek-olgulardır (belirli türlerden). Gerçeklik inançlara
özgü bir özelliktir, inançlar da psikolojik olaylardır. Bundan başka,
inançların olgularla olan bağlantılarında mantığın varsaydığı sistematik
basitlik yoktur; buna da işaret etmiş olması faydacılığın ikinci
meziyetidir. İnançlar belirsiz ve karmaşıktır; kesin tek bir olguya değil,
birçok ve belirsiz türden olgularla ilintilidirler. Bu nedenle, mantığın
sistematik önermelerinden farklı olarak, inançlar doğru veya yanlış gibi iki
mutlak karşıt değil, doğru ve yanlışın bir karışımıdır. Hiçbir zaman siyah
ya da beyaz değildirler; grinin değişik tonlarını taşırlar. "Gerçek"ten büyük
bir saygıyla söz edenler gerçek-olgu dan söz etseler ve önünde eğildikleri
saygın özelliklerin insan inançlarında bulunmadığını görseler daha yerinde
olur. Bunun teorik olduğu kadar pratik yararları da vardır. Çünkü insanlar
"gerçeği" kendilerinin bildiklerini sandıkları için birbirlerine zulmederler.
Psikanalitik açıdan bakıldığında, insanların büyük saygıyla söz ettikleri
herhangi bir "büyük ideal"in, gerçekte düşmanlarına eziyet etmek için
buldukları bir bahane olduğu söylenebilir.

  Uygulamada ise faydacılığın daha da karanlık bir yönü ortaya çıkıyor. Bu
felsefeye göre, doğru olan inanç çıkar sağlayan inançtır. Ceza yasalarıyla
oynayarak bir inanç kazançlı hale getirilebilir. Onyedinci yüzyılda protestan
ülkelerde protestanlık, katolik ülkelerde de katoliklik avantajlıydı. Enerjik
insanlar hükümeti ele geçirip kendilerinden farklı düşünenleri cezalandırarak
"gerçek" üretebilirler. Bu sonuçlar faydacılığın içine düştüğü abartıdan
kaynaklanmaktadır. Gerçeklik faydacıların işaret ettiği gibi, bir derece
sorunu ve salt beşeri olayların, yani inançların bir niteliği ise, bu bir
inançta var olan doğruluğun derecesinin salt beşeri koşullara bağımlı olması
anlamına gelmez. İnançlarımızdaki doğruluk derecesini artırırken bir ideale
yaklaşmaktayız. Bu ideali de gerçek, yani ancak çok sınırlı ölçüde
kontrolümüz altında olan, bir gezegenin üzerinde ya da yüzeyine yakın bir
yerindeki bazı önemsiz koşullarla ilişkili gerçek-olgu saptamış olur.
Faydacıların kuramı reklamcıların uygulamalarının bir soyutlamasıdır.
Reklamcı, hapların gerçek değerinin, kutu başına bir guinea olduğunu tekrar
tekrar söyleyerek insanları altı-peni ödemeye ikna eder (1 guinea = 42 tane
altı peni); böylece de söylediklerini, daha az güvenle söylendiği duruma
göre, gerçeğe yakınlaştırmış olur. Bu tür insan ürünü "gerçek" örnekleri
ilginçtir; ancak kapsamları çok sınırlıdır. Bunların kapsamlarını genişletmekle
insanlar kendilerini çılgın bir propagandaya kaptırır, bu çılgınlık da
sonunda savaş, salgın hastalık, kıtlık şekillerinde kendini gösteren acı
gerçeklerle birdenbire son bulur. Avrupa'nın yakın tarihi bu tür bir
faydacılığın yanlışlığını ortaya koyan bir ibret dersidir.

  Bergson'un faydacı görüş yanlısı olarak alkışlanması tuhaftır; çünkü
yüzeysel olarak onun felsefesi faydacıların tezinin tam tersidir. Faydacıların
öğretisine göre gerçeğin ölçütü yararlılık olduğu halde Bergson bunun tam
tersini öğretir. Pratik gereksinmelerle şekillenmiş olan aklımız, dünyanın
çıkarımıza olmayan bütün yönlerini yok sayar ve gerçeğin algılanmasını
engeller. "Önsezi" denilen bir yeteneğimiz olduğunu; istersek onu
kullanabileceğimizi; ve onun, en azından teorik olarak, gelecek için olmasa
da, geçmiş ve şimdiki zaman hakkında her şeyi bilmemizi sağlayabileceğini
öne sürer. Bu kadar bilgiyi taşımak pek elverişli olmayacağı için, işlevi
unutmak olan bir beyin geliştirdik. Beyin olmasaydı her şeyi hatırlayacaktık;
onun bir süzgeç gibi çalışması sayesinde genellikle yalnızca yararlı olan
şeyleri ve yanlışları hatırlıyoruz. Bergson'a göre fayda hataların kaynağıdır
ve gerçeğe ancak pratik yararın tümüyle dışlandığı mistik düşünceyle
erişilebilir. Ancak yine de, faydacılar gibi, eylemi akıl yürütmeye, Othello'yu
Hamlet'e tercih eder. Önsezi ile Desdemona'yı öldürmenin, akıllıca davranarak
kralın yaşamasına izin vermekten daha iyi olduğu kanısındadır. Faydacıların
ona bir yandaş gözüyle bakmalarının nedeni budur.

  Bergson'un Donnes Immediates de la Conscience (Bilincin Dolaysız Verileri)
kitabı 1898'de, Matiere et Memoire (Madde ve Bellek) kitabı da 1896'da
yayınlandı. Ancak onun büyük ünü 1907'de yayınlanan L'Evolution Creatrice
(Yaratıcı Evrim) ile başladı -bu kitap diğerlerinden daha iyi olduğu için
değil, daha az tartışma ve daha çok retorik içerdiği, böylece de daha ikna
edici olduğu için. Bu kitap baştan sona hiçbir tartışma, dolayısıyla da
tatsız tartışmalar içermez; sadece, düşgücünü okşayan şiirsel resimler çizer.
İçinde bizi, öngördüğü felsefenin doğru mu yanlış mı olduğu sorusuna götüren
hiçbir şey yoktur. Önemsiz sayılamayacak bu soruyu Bergson başkalarına
bırakmıştır. Ancak kendi felsefesine göre böyle yapmakta haklıdır da; çünkü
gerçek, akılla değil önseziyle elde edilir; bu nedenle de bir tartışma
konusu değildir.

  Bergson'un felsefesinin büyük bölümü geleneksel mistisizmin biraz yeni bir
dille ifadesinden ibarettir. Farklı şeylerin gerçekte farklı olmadığı, ancak
analitik akıl tarafından öyle algılandığı yolundaki doktrin Parmenides
(İ.S. beşinci yüzyıl)'ten Mr. Bradley (1846-1924)'e kadar bütün Doğu ve Batı
mistiklerinde görülür. Bergson iki yolla bu sava bir yenilik havası
getirmiştir. İlk olarak, "önsezi" ile hayvanların içgüdüleri arasında bir
bağlantı kurar. Bir Ammophila arısının, içine yumurtalarını bıraktığı larvayı
etkisiz hale getirecek, ama öldürmeyecek bir şekilde sokabilmesini sağlayan
şeyin önsezi olduğunu ileri sürmektedir (Bu talihsiz bir örnektir; çünkü
Dr. ve Mrs. Peckham bu zavallı arının şaşkın bir bilimciden daha kusursuz
davranmadığını göstermişlerdir). Bu yaklaşım onun savlarına modern-bilim
havası vermekte ve, verdiği örneklerle dikkatsiz kişilerde, görüşlerinin en
son biyolojik araştırmalara dayandığı sanısının uyanmasını sağlamaktadır.
İkinci olarak, nesnelerin analitik zekaya göründükleri durumlarındaki
ayrılığa "uzay" adını, onların önseziye görünümlerinin yorumlanmasına da
"zaman" ya da "süre" adını vermektedir. Bu da onun "zaman" ve "uzay" hakkında
kulağa çok hoş ve derin gelen, ancak bu sözcüklerin normal anlamlarınca
çağrıştırılan birçok şey söylemesine olanak vermektedir.
"Uzay"da olan şey olarak tanımlanan "madde" kuşkusuz aklın yarattığı bir
kurgudur; öyle olduğu da, kendimizi önsezinin bakış açısına uyarlayınca
hemen görülür.

  Felsefesinin bu bölümünde Bergson, ifade tarzı dışında, Plotinus (İ.S.
205-270)'a hiçbir şey eklememiştir. Bu ifade biçiminin keşfedilmesi
gerçekten büyük bir yeteneğin sonucuysa da bu yetenek bir filozofunkinden
çok bir ortaklık yöneticisinin yeteniğidir. Ancak ona yaygın bir popülerlik
kazandıran, felsefesinin bu bölümü değildir. Bu popülerliği elan vital
(yaşama coşkusu) ve gerçek oluşum savlarına borçludur. Onun getirdiği önemli
ve ilginç yenilik zamanın ve ilerlemenin gerçek olduğu inancını mistisizm ile
birleştirmesindedir. Bunu nasıl başardığını görmek için biraz zaman harcamaya
değer.

  Geleneksel mistisizm derin düşünceye dayanır; zamanın gerçek dışı
olduğuna inanır; ve temelde bir tembel insan felsefesidir. Mistik aydınlanmanın
başlangıcı "ruhun karanlık gecesi"dir; bu da insanın günlük eylemlerinde
umutsuzca engellendiği, veya bazı nedenlerle onlara olan ilgisini yitirdiği
zamanlar ortaya çıkar. Eylem böylece söz konusu olmaktan çıkınca o da
kendini derin düşünceye verir. Koşullar elverdiğinde kendimize olan saygıyı
korumamızı sağlayacak inançlara sarılmak, özbenliğimizin bir yasasıdır.
Psikanalitik yazın bu yasanın çarpıcı örnekleriyle doludur. Böylece, derin
düşünceye yönelen kişi, çok geçmeden, bunun yaşamın gerçek amacı olduğunu;
gerçek dünyanın günlük işlerle uğraşan kişilerden gizlendiğini keşfeder.
Geleneksel mistisizmin diğer savları da bu temelden çıkarılabilir. Büyük
mistiklerin belki de ilki olan Lao-Tze (İ.Ö. 604-531)'nin, kitabını bir
gümrük binasında bagajının muayene edilmesini beklerken yazdığı rivayet
edilir. Kitap tahmin edilebileceği gibi, her türlü eylemin yararsız olduğu
savı ile doludur.

  Bergson ise mistisizmi eyleme, "yaşam"a, gelişmenin gerçekliğine inanan ve
bu dünyada bulunmaktan düş kırıklığına uğramamış olan kişilere uyarlamayı
amaçladı. Mistik, genel olarak, mizaç bakımından hareketli, ancak hareketsizliğe
zorlanmış olan kişidir; vitalist de mizaç yönünden hareketsiz, ancak eyleme
romantik bir hayranlık duyan kişidir. 1914 öncesinde dünya böyle insanlarla,
"Kırık Kalpler Yuvası" insanlarıyla doluydu. Bu insanların mizaçlarının
temelinde can sıkıntısı ve kuşkuculuk vardır. Bu da heyecan tutkusuna ve
irrasyonel bir inanca özlem duymaya yol açar. Sonunda bu inancı buldular; o
da görevlerinin insanları birbirine kırdırmak olduğu inancında saklıydı.
Ancak 1907'de bu çıkış yolu daha bulunmamıştı; Bergson ise bu boşluğu iyi
doldurdu.

  Bergson görüşlerini bazen yanlışlığa yol açabilecek bir dille ifade
etmiştir; çünkü kurgusal olarak tanımladığı şeylerden, arada bir, onların
gerçek olduklarını düşündürecek bir şekilde söz eder. Eğer bu yanlış
anlaşılabilecek şeyleri bir yana bırakırsak zaman savı sanırım şöyledir:
Zaman ayrı ayrı anlar ya da olaylar serisi değil, gerçekte sürekli bir
oluşumdur. Bu gelişme sırasında geleceği önceden görmek olanaksızdır;
çünkü gelecek, gerçekten yenidir ve bu nedenle de kestirilemez. Ağacın
büyümesinde oluşan içiçe halkalar gibi gerçekten vuku bulan her şey
kalıcıdır (bu benzetme ona ait değildir). Yani dünya hiç durmadan daha dolu
ve daha zengin olacak şekilde gelişir. Vuku bulan her şey önsezinin katıksız
belleğinde saklanır; beyindeki bellek ise, tersine, aldatıcıdır. Önsezi
belleğindeki bu saklama "kalıcılık"tır; yeni yaratma güdüsü de elan vital'dir.
Önsezinin katıksız belleğindekileri tekrar su üstüne çıkarmak bir kendini
eğitme konusudur. Bunun nasıl yapılacağı anlatılmıyor; herhalde Yogi'lerin
yaptığına benzer bir şekilde olsa gerek.

  Eğer Bergson'un felsefesine mantık gibi yeterince ulu olmayan bir şey
uygulamaya kalkışılırsa bu değişim felsefesi bazı sıkıntılarla karşılaşır.
Bergson, zamanı birbirinden bağımsız parçalardan oluşan bir seri olarak
gören matematikçileri aşağılamaktan hiç usanmaz. Ancak, eğer dünyada onun
öne sürdüğü gibi, gerçek yenilik gerçekten de varsa -eğer yoksa onun
felsefesi çekici özelliklerini yitirir- ve eğer dünyaya gerçekten gelen her
şey kalıcı ise -kalıcılık savının yalın özü de budur- daha önceki bir
zamandaki toplam varlık daha sonra gelen herhangi bir zamandaki toplamın bir
parçası olur. Bütün ile parça arasındaki bu ilişki nedeniyle, dünyanın
farklı zamanlardaki toplam durumları bir seri oluşturur ve bu da matematikçilerin
aradığı ve Bergson'un reddettiği serinin bütün özelliklerine sahiptir.
Dünyanın daha sonraki durumlarında devreye giren unsurlar eski unsurların
dışında değilse gerçek bir yenilik yoktur; yaratıcı gelişim bir şey
yaratmamıştır; biz de Plotinus sistemine geri dönmüş oluruz. Bergson'un bu
ikilem karşısında vardığı yanıt şudur: olan şey, her şeyin değiştiği ve yine
de aynı kaldığı bir "gelişim"dir. Bu kavram sıradan insanların anlamayı
umudedemeyecekleri ölçüde derin bir gizemdir. Temelinde mantık değil, mistik
inanca çağrı yatar; ancak biz inancın mantıktan üstün olduğu alanlara,
onun peşisıra gidemeyiz.

  Bu arada, birçok yerde "gerçekçilik" adı verilen bir felsefe gelişti.
Gerçekte bu felsefenin özelliği yöntem olarak analizci, metafizik olarak
da çoğulcu (plüralist) olmasıdır. Bu felsefe tam olarak gerçekçi değildir;
çünkü bazı yönleri Berkeley (1685-1735) idealizmi ile uyum içindedir.
Kant ve Hegel idealizmi ile bağdaşmaz; çünkü bu sistemlerin temel aldığı
mantığı reddeder. Bu felsefe James'in görüşünü gittikçe daha çok
benimsemeye ve onu geliştirmeye yönelmektedir: dünyanın temel içeriği ne
maddesel ne de zihinseldir; madde ve aklın kendisinden yapıldığı daha basit
ve daha temel bir şeydir.

  Doksanlı yıllarda, çok yaşlı filozoflar dışında, Alman idealizmine karşı
durmakta kararlı olan yegane sima James'di. Schiller ve Dewey kendilerini
duyurmaya daha başlamamışlardı; James bile felsefede pek de ciddiye alınması
gerekmeyen bir psikolog olarak görülüyordu. Ancak 1900 yılı ile birlikte
Alman idealizmine karşı bir ayaklanma başladı. Bu karşı gelme faydacı bakış
açısından değil, ciddi teknik nedenlerden kaynaklanıyordu. Almanya'da Frege'nin
övgüye değer çalışmalarının (bu çalışmalar 1879'da başlamış, ancak son
yıllara kadar hiç okunmamışlardı) yanısıra, Husserl'in 1900'da yayınlanan
anıtsal bir eseri olan Logische Untersuchungen (Mantık İncelemeleri) kitabı
kısa sürede büyük etkiler doğurmaya başladı. Meinong'un Ueber Annahmen
(Varsayımlar Hakkında-1902) ve Gegenstands-theorie und Psychologie (Nesne
Kuramı ve Nesne Psikolojisi-1904) aynı yönde etkili oldular. G.E.
Moore ve ben, benzer görüşleri savunmaya başladık. Onun Nature of Judgement
(Hükümlerin Yapısı) makalesi 1899'da, Principia Ethica (Etik İlkeleri)
1903'te yayınlandı. Benim yazdığım Philosophy of Leibniz (Leibniz Felsefesi)
1900'de, Principles of Muthematics (Matematik İlkeleri) 1903'te basıldı.
Fransa'da da aynı tür felsefe Couturat tarafından güçlü bir şekilde temsil
edildi.

  Amerika'da William James'in radikal görgücülüğü (ampirizmi) -faydacılığı
içermeden- yeni mantıkla karışarak Yeni Gerçekçilerin felsefesini
doğurdu. Bu felsefe, yukarıda sözü geçen Avrupa'daki çalışmalardan biraz
daha sonra, ancak daha devrimci nitelikte ortaya çıktı. Yalnızca
Mach'ın Anczlyse der Empfindungen (Sanıların Analizi) bu felsefenin
öğretilerinin bir kısmını daha önceden haber vermişti.

  Böylece başlayan yeni felsefe henüz son şeklini almamış, bazı bakımlardan
hala olgunlaşmamıştır. Bundan başka, savunucuları arasında bir hayli görüş
ayrılıkları vardır. Bazı bölümlerinin anlaşılması oldukça güçtür. Bütün bu
nedenlerle onun çarpıcı bazı özelliklerini belirtmekten öte yapılabilecek
bir şey yoktur.

  Yeni felsefenin birinci özelliği yeni bir felsefi yöntem geliştirme; ya da
öyle bir yöntem kullanarak yeni bir tür bilgi getirme gibi iddiaları
terketmesidir. Felsefeyi temelde bilimden farklı olarak görmez; sadece,
problemlerinin genel olmasıyla ve deneysel kanıtların henüz bulunmadığı
alanlarda varsayımlar oluşturmasıyla özel bilimlerden ayrılır. Bütün
bilgileri bilimsel bilgi olarak; bilimsel yöntemlerle saptanıp kanıtlanabilen
bilgi olarak kabul eder. Daha önceki felsefenin genellikle yaptığı gibi,
bütün evreni kapsayan sonuçlar bulmayı, veya her şeyi içeren bir
sistem kurmayı amaçlamaz. Kendi mantığına dayanarak, dünyanın bölük pörçük,
karman çorman görünen doğasını reddetmek için bir neden olmadığına inanır.
Dünyayı "organik" olarak ele almaz; şu anlamda ki, tek bir kemiğe bakarak
nesli tükenmiş bir hayvanın iskeletini zihnimizde canlandırabildiğimiz gibi,
yeterince anlaşılmış bir parçayı ele alarak ondan bütünün anlaşılabileceğini
düşünmez. Özellikle de Alman idealistlerinin yaptığı gibi, bilginin
yapısından, bir bütün olarak dünyanın doğasını çıkarmaya çalışmaz. Bilgiye,
mistik bir anlamı ve kozmik önemi olmayan herhangi bir doğa olgusu gözüyle
bakar.

  Yeni felsefe başlangıçta üç temel kaynağa dayanıyordu: bilgi teorisi,
mantık ve matematik ilkeleri. Kant'tan bu yana bilgi bizim onu bilmemizle
bir değişime uğrayan, bu nedenle de bilgimizden kaynaklanan bazı özelliklere
sahip, karşılıklı bir etkileşim olarak algılanmıştır. Ayrıca, bilinmeyen bir
şeyin var olabilmesinin mantıksal bakımdan olanaksız olduğu kabul edilmiştir
(Kant buna katılmamıştır). Bu nedenle, bilindikleri için sahip olunan
nitelikler her şeyde bulunması zorunlu olan özelliklerdir. Bu yolla,
yalnızca bilginin koşullarını inceleyerek gerçek dünya hakkında çok şey
öğrenebileceğimiz ileri sürülmüştü. Yeni felsefe, tam tersine, kural olarak,
bilginin bilinen şeyi hiç etkilemediğini, ve hiç kimsenin bilmediği şeylerin
var olmaması için en ufak bir neden olmadığını kabul etmektedir. Bunun
sonucu olarak, bilim teorisi evrenin gizemlerine giden kapının sihirli
anahtarı olmaktan çıkmıştır ve bizler de bilimin zahmetli ve ağır ilerleyen
araştırmalarına geri dönmüşüzdür.

  Bunun gibi, mantıkta da organik görüşün yerini atomizm almıştır. Daha önce,
her şeyin öz doğasının, diğer her şeyle olan ilişkisinden etkilendiği;
böylece, bir şey hakkında tam bilginin tüm evren hakkındaki tam bilgiye
bağımlı olduğu düşüncesi kabul görmekteydi. Yeni mantık, bir şeyin öz
karakterinin, onun başka şeylerle olan ilintilerini mantıksal olarak
bulmamız olanağını bize sağlamadığı görüşündedir. Bir örnek bu noktayı
açıklığa kavuşturacaktır. Leibniz (1646-1716) bir yazısında, Avrupa'daki bir
adamın karısının Hindistan'da ölmesi durumunda, karısının öldüğü
anda adamın öz-doğasında bir değişim olacağını öne sürer (Bu konuda modern
idealistlerle aynı düşüncededir). Sağduyu da, karısını kaybettiğini
öğreninceye kadar adamın öz-doğasında bir değişim olmayacağını söyler. Yeni
felsefe bu görüşü benimsemiştir; bunun da sonuçları ilk göründüğünden çok
daha ötelere uzanır.

  Matematik ilkelerinin, her zaman felsefe ile önemli bir bağlantısı
olmuştur. Matematik büyük ölçüde kesinliği olan önsel bilgiler içerir; filozofların
çoğu da önsel bilgiye çok heveslidirler. Elealı Zeno (İ.Ö. beşinci yüzyıl)'dan
bu yana idealist eğilimli filozoflar matematikçilerin gerçek matematiksel
doğruya ulaşamadıklarını; filozofların daha iyisini yapabileceklerini
göstermek için çelişkiler üreterek matematikçileri gözden düşürmeye
uğraşmışlardır.

  Kant felsefesi bu türden birçok şey içerir; Hegel felsefesi ise daha
fazlasını. Ondokuzuncu yüzyılda matematikçiler Kant felsefesinin bu yönünü
çürüttüler. Kant'ın deney-üstü (transcendental) estetik hakkındaki
matematiksel savları Lobatchevski (1793-1856)'nin Euclid-dışı geometriyi
icadetmesiyle temelinden sarsıldı; Weierstrass (1815-1897) sürekliliğin
sonsuz-küçükleri içermediğini kanıtladı; George Cantor (1845-1918) bir
süreklilik, bir de sonsuzluk teorisi geliştirerek filozofların pek de
işlerine gelen bütün eski paradoksları ortadan kaldırdı. Frege aritmetiğin
mantığın bir sonucu olduğunu gösterdi; Kant ise bunu reddetmişti. Bütün
bu sonuçlar normal matematiksel yöntemlerle elde edildiler ve bir çarpım
tablosu kadar da kesindirler. Filozoflar bu duruma, söz konusu yazarların
yapıtlarını okumayarak karşılık verdiler. Sadece yeni felsefe bu yeni
sonuçları özümsedi; böylece de sürmekte olan bilgisizliğin yandaşlarına
karşı kolay bir tartışma zaferi kazandı.

  Yeni felsefe sadece eleştirel değil, yapıcıdır; ama bilimin yapıcı olduğu
anlamda, yani adım adım ve deneyerek. Özel bir yapılanma yöntemi vardır; o
da, matematiğin yeni bir kolu olan ve felsefeye diğer bütün geleneksel
kollardan daha yakın olan, matematiksel mantıktır. Matematiksel mantık,
belli bilimsel savların felsefe yönünden hangi sonuçlara yol açtığını,
nelerin varsayılması gerektiğini ve aralarında ne gibi bağlantılar olduğunu
bulmaya, daha önce hiçbir zaman olmadığı ölçüde olanak sağlar. Bu yöntem
sayesinde matematik ve fizik felsefesi çok büyük ilerlemeler kaydetmiştir.
Fizikteki sonuçların bir kısmı Dr. Whitehead (1861-1947)'in son üç
çalışmasında ortaya konulmuştur.

  Yöntemin diğer alanlarda da aynı ölçüde verimli olacağını ummak için
yeterli neden vardır; ancak bu, burada ele alınamayacak kadar teknik bir
konudur. Modern çoğulcu felsefenin büyük bir bölümü önermelerin mantıksal
analizinden esinlenmiştir. Bu yöntem önceleri gramer kurallarına büyük
önem verilerek uygulandı. Örneğin, Meinong şunu ileri sürüyordu: "yuvarlak
kare yoktur," diyebildiğimize göre, yuvarlak kare diye bir şey var olmalıdır
-her ne kadar o, var olmayan bir şey olsa da. Bu satırların yazarı başlarda
bu tür usavurmalara bağışık sayılmazdı. Ancak 1905'te "betimleme" kuramı
sayesinde bundan nasıl kaçınacağını keşfetti.

  Bu kurama göre, "yuvarlak kare yoktur," dediğimizde yuvarlak kareden söz
edilmediği anlaşılıyor. Yuvarlak kare gibi saçma konularla zaman harcamak
anlamsız bulunabilir; ne var ki, bu gibi konular çoğu kez mantık teorilerini
sınamak için en iyi yöntemi oluşturur. Birçok mantık teorisi saçma sonuçlara
yol açmakla suçlanırlar. Öyleyse, mantıkçı da bu anlamsız sonuçları görmeli
ve onlara karşı tetikte bulunmalıdır. Çoğu laboratuvar deneyleri
konuyla ilgisini bilmeyen kişilere önemsiz görünür; saçmalıklar da
mantıkçının deneyleridir.

  Yeni felsefe ilk dönemlerinde, önermelerin mantıksal analizleriyle
uğraşırken Platon ve Ortaçağ gerçekçiliğinden güçlü izler taşıyor, soyutların
da somutlarla aynı tür varlığa sahip olduğunu kabul ediyordu. Kendi mantık
sistemi kusurlardan arındıkça felsefesi de yavaş yavaş bu görüşten kurtuldu.
Geriye de sağduyuya çok ters gelecek bir tortu kalmadı.

  Yeni felsefenin ilk dönemlerinde en etkilenen bilim matematik olduysa da
günümüzde en büyük etkisi fizik üzerinedir. Bu durum, en başta
uzay, zaman, madde kavramlarını değiştiren Einstein'ın çalışmaları ile
ortaya çıkmıştır. Görecelik teorisini açıklamanın yeri burası olmamakla
beraber onun felsefi sonuçlarından biraz söz etmek kaçınılmazdır.
Görecelik teorisinde felsefi bakış açısından özellikle önemli olan iki öge
şunlardır: (1) İçinde evrendeki bütün olayların kendi yerlerini aldığı,
her şeyi kucaklayan tek bir zaman yoktur. (2) Fiziksel olguların tarafımızdan
gözlenmesi sürecinde geleneksel, ya da öznel (sübjektif) ögeler,
her ne kadar önceleri sanıldığından daha fazla olsalar da, Tensor hesabı
denilen matematiksel yöntemle yok edilebilirler. Aşırı teknik olması
nedeniyle bu son konuya girmeyeceğim.

  Zaman konusuna gelince, ilk olarak, felsefi spekülasyonlarla değil,
deneysel sonuçların gerektirdiği ve matematiksel bir formülle ifade edilen
bir teoriyi ele aldığımız unutulmamalıdır. Montesquieu'nün teorileriyle
Amerikan Anayasası arasındaki fark ne kadarsa, bu ikisi arasındaki fark da
o kadardır. Ortaya çıkan şudur: Belli bir madde parçacığıyla birlikte hareket
eden bir gözlemcinin bakış açısından, bu parçacığa etki yapan olayların
belirli bir zaman sıralaması olduğu halde, farklı yerlerdeki madde
parçacıklarına etki yapan olaylar her zaman belirli bir sıraya sahip
değildirler.

  Daha açık bir örnek alalım: Eğer bir ışık sinyali dünyadan güneşe
gönderilir ve tekrar dünyaya yansıtılırsa, gönderildikten 16 dakika kadar
sonra dünyaya varacaktır. Bu 16 dakika içinde dünyada gerçekleşen olaylar
ışık sinyalinin güneşe varmasından ne daha önce, ne de daha sonra yer
almıştır. Güneşe ve dünyaya göre olası her yönde hareket eden, bu 16 dakika
içinde dünyadaki olayları ve sinyalin güneşe varmasını izleyen gözlemciler
olduğunu; bütün bu gözlemcilerin ışığın hızını dikkate aldıklarını ve zamanı
tam olarak doğru gösteren kronometreleri olduğunu varsayalım. O zaman, bazı
gözlemciler bu 16 dakika içinde dünyada geçen herhangi bir olayın ışık
sinyalinin güneşe varmasından önce, bazıları aynı anda, bazıları da daha
sonra gerçekleştiği sonucuna varacaklardır. Hepsi de aynı ölçüde haklı ya da
aynı ölçüde haksızdırlar. Fiziğin tarafsız bakış açısından bakıldığında, bu
16 dakika içinde dünyada geçen olaylar ışık sinyalinin güneşe varmasından ne
daha önce, ne daha sonra, ne de eş zamanlıdır. Bir cisimdeki bir A olayında
ve başka bir cisimdeki B olayında, eğer ışık A'dan B'ye doğru ilk olay olduğu
anda -A'nın saatine göre- yola çıkıp daha sonraki olay olduğu anda -B'nin
saatine göre varmışsa, bir cisimdeki A olayının başka bir cisimdeki B
olayından daha önce olduğunu söyleyemeyiz. Veya, bu iki olayın zaman
sıralaması gözlemciye göre değişecek ve bu nedenle de fiziksel bir gerçeği
temsil etmeyecektir.

  Işık hızına yakın hızdaki şeyler yaşantımızda yaygın olsaydı, fiziksel
dünya bilimsel yöntemlerle başedilemeyecek ölçüde karmaşık olurdu; biz
de hala büyücü-hekimlerle yetinmek durumunda kalırdık. Ama eğer fizik daha
önce keşfedilmiş olsaydı, bu fizik Einstein fiziği olmak zorunda olurdu;
çünkü Newton fiziğinin uygulama olanağı olmadığı açıkça görülürdü.
Radyoaktif maddeler ışık hızına yakın hızla hareket eden parçacıklar
salarlar. Yeni görecelik fiziği olmadan bu parçacıkların davranışları
açıklanamazdı. Eski fiziğin kusurlu olduğu konusunda kuşku yoktur;
bunun "yalnızca küçük bir kusur" olduğunu söylemek de felsefi yönden bir
mazeret değildir.

  Farklı yerlerde gerçekleşen olaylar için, belli sınırlar içinde, belirli
bir zaman sıralaması olmadığı gerçeğine kendimizi alıştırmalıyız. "Uzay" ve
"zaman" denilen iki ayrı kavram yerine bir "uzay-zaman" kavramının ortaya
atılmasına yol açan da işte bu gerçektir. Evrensel olarak düşündüğümüz zaman,
gerçekte "yerel zaman"dır; dünyanın hareketine bağımlı olan bir zaman için
"evrenseldir" demek, Atlantiği geçerken saatlerini değiştirmeyen bir geminin
evrensellik iddiasından farksızdır.

  Bütün günlük kavramlarımızda zamanın oynadığı rolü düşündüğümüzde,
fizikçilerin yaptığı şeyin ne olduğunu düş gücümüzü kullanarak gerçekten
algılayabilirsek, bakış açımızın çok derinden etkileneceği ortadadır.
"İlerleme" kavramını ele alalım: Zaman-sıralaması rastgele olursa, zaman
ölçümü için kabul edilen düzene bağlı olarak, bir ilerleme veya gerileme
olacaktır. Kuşkusuz, uzaydaki uzaklık kavramı da değişmiştir:
Dakik ölçümler için olanaklı her aygıtı kullanan iki gözlemci, eğer göreceli
olarak hızlı hareket halinde iseler, iki yer arasındaki uzaklık için
farklı değerler bulacaklardır. Uzaklık kavramının kendisinin çok
belirsizleştiği açıkça görülüyor; çünkü uzaklık boş uzaydaki noktalar -bu
noktalar hayalidir- arasında değil, somut şeyler arasında olmalıdır; belirli
bir zamandaki uzaklık olmalıdır; çünkü herhangi iki cismin arasındaki
uzaklık sürekli değişir. Belirli bir zaman öznel bir kavramdır; gözlemcinin
nasıl hareket ettiğine bağlıdır. Belirli bir zamandaki bir cisimden artık
söz edemeyiz; sadece bir olaydan söz edebiliriz.

  İki olay arasında, herhangi bir gözlemciden bağımsız olan "aralık" denilen
belirli bir ilişki vardır. Farklı gözlemcilerce yapılan analizlerle bu
aralığın uzay ve zaman bileşenleri hesaplandığında sonuçlar farklı olacaktır;
ancak bu analizlerin hiçbir nesnel geçerliliği yoktur. Aralık, nesnel bir
fiziksel gerçektir; ancak onun uzay ve zaman bileşenlerine ayrıştırılması
nesnel değildir.

  Bizim eski, alışılmış "katı madde" kavramının da varlığını artık
sürdüremeyeceği ortadadır. Bir madde parçası belirli yasalara bağımlı olan
bir olaylar dizisinden başka bir şey değildir. Madde kavramı, filozofların
töz (substance) kavramının geçerliliği konusunda hiçbir kuşkuları olmadığı
bir dönemde ortaya çıkmıştır. Madde, uzay ve zamanda var olan töz, akıl ise
sadece zaman içinde var olan töz idi. Daha sonraları, töz kavramı
metafizikte berraklığını kaybetti; ama fizikte varlığını sürdürdü. Çünkü bir
zararı yoktu -görecelik ortaya çıkıncaya kadar. Töz, geleneksel olarak, iki
ögeden oluşan bir kavramdır.

  Birincisi tözün bir önermede, yüklem olarak değil, yalnız özne olarak yer
alabileceği yolundaki mantıksal özelliktir. İkincisi de zaman içinde kalıcı
olması, Tanrı için ise, tümüyle zaman dışında olmasıydı. Bu iki özellik
arasında bir bağıntı gerekli değildir. Ancak bunun farkına varılmamıştı;
çünkü fizik, madde parçalarının ölümsüz olduğunu, teoloji de ruhun ölümsüz
olduğunu öğretiyordu. Bu nedenle, her ikisinin de tözün her iki özelliğini
taşıdığı düşünülüyordu.

  Ancak şimdi fizik bizi çok kısa ömürlü olaylara, mantıksal anlamda töz
olarak, yani yüklemi olmayan özneler olarak bakmaya zorluyor. Tek bir
kalıcı varlık sandığımız bir madde parçası, tıpkı sinemada kalıcı görünen
nesneler gibi, gerçekte bir dizi varlıktır. Akıl için de aynı şeyi söylememek
için bir neden yoktur; kalıcı benlik, kalıcı atom kadar düş ürünü gibidir.
Her ikisi de, birbirleriyle ilginç ilişkileri olan olaylar dizisinden
ibarettir.

  Modern fizik bizlere Mach ve James'in, zihinsel ve fiziksel dünyaların
"içeriğinin" birbirinin aynı olduğu yolundaki önerilerini şekillendirme
olanağı veriyor. "Katı madde"nin düşüncelerden ve kalıcı egodan çok farklı
olduğu açıktır. Ancak eğer madde ve ego uygun olaylar dizileri iseler,
onların aynı şeyden yapılmış olduklarını düşünmek çok daha kolaydır. Bundan
başka, şimdiye kadar aklın en belirgin özelliği olarak görünen öznellik, ya
da bir görüşe sahip olma, şimdi fiziğe de yayılmış ve akıl içermediği ortaya
çıkmıştır; farklı konumlardaki fotoğraf makinaları "aynı" olayı görüntüler;
ancak çıkan fotoğraflar birbirinden farklıdır. Modern fizikte kronometreler
ve cetveller bile öznelleşmektedir; doğrudan gösterdikleri şey, fiziksel bir
durum değil, fiziksel durumla olan ilişkileridir. Böylece fizik ve psikoloji
birbirlerine yakınlaşmış, akıl ve madde arasındaki eski ikilik
(dualizm) ortadan kalkmıştır.

  Modern fiziğin eski veya popüler anlamdaki "kuvvet" diye bir şey
tanımadığına da dikkat çekmek yerinde olur. Eskiden güneşin dünya
üzerinde bir "kuvvet" uyguladığını düşünürdük. Şimdi ise şöyle düşünüyoruz:
uzay-zaman güneşin yakınlarında öyle şekillenmiştir ki dünya böyle
hareket etmeyi diğer bütün yollara göre daha az zahmetli bulmaktadır. Modern
fiziğin büyük ilkesi "en az eylem ilkesi" (principle of least action)
yani bir yerden bir yere giderken cismin en az eylem içeren yolu seçmesi
ilkesidir (Eylem teknik bir terimdir; ancak anlamı bizi şimdilik ilgilendirmiyor).
Gazeteler ve güçlü görünmek isteyen bazı yazarlar "dinamik" sözcüğünü
kullanmaktan hoşlanırlar. Dinamik biliminde "dinamik" olan hiçbir şey yoktur;
tersine bu bilim her şeyin bir evrensel tembellik yasasından çıkarılabileceğini
dile getirir. Ayrıca, bir cismin hareketini "idare eden" başka bir cisim diye
bir şey de yoktur. Modern bilimin evreni "büyük yasalar" ve "doğal kuvvetler"den
söz edenlerin değil, daha çok Lao-Tze'nin evrenine benzer.

  Modern çoğulculuk ve gerçekçilik felsefeleri bazı bakımlardan eski
felsefelerden daha az şeyler sunuyorlar. Ortaçağ'da felsefe teolojinin bir
yardımcısıydı; günümüzde bile kitap kataloglarında aynı başlık altında yer
alırlar. Dinin büyük doğrularını kanıtlamanın genellikle felsefenin görevi
olduğu düşünülmüştür. Yeni gerçekçilik onları kanıtlayabileceğini, hatta
yanlış olduklarını kanıtlayabileceğini söylemez. Onun amacı sadece,
bilimlerin temel ereklerini açıklığa kavuşturmak ve çeşitli bilimlerin bir
sentezini yaparak dünyanın, bilimin incelemeyi başardığı bölümünün, geniş
kapsamlı bir görünümünü elde etmekten ibarettir.

  Daha ötelerde ne olduğunu bilmez; cehaleti bilgiye dönüştürecek bir tılsımı
yoktur. Anlayanlara entellektüel coşkular sunar; ancak çoğu felsefenin
yaptığı gibi insanların büyüklük duygularını okşamaya kalkışmaz. Eğer biraz
yavan ve teknik ise, bunun suçunu, şair ve mistiklerin arzu ettikleri gibi
değil de, matematiksel çalışmayı seçen evrene atar. Bu belki üzülecek bir
şey; ancak bir matematikçinin bu üzüntüye katılmasını beklemek de
haksızlık olur.

  Makineler ve Duygular

  Makineler mi duyguları, yoksa duygular mı makineleri yok edecek? Bu soru
uzun zaman önce Samuel Butler tarafından Erewhon'da ortaya atılmış ve makine
imparatorluğunun büyümesiyle de gittikçe daha güncel bir hal almıştır.
İlk bakışta, makineler ile duygular arasında neden bir karşıtlık olması
gerektiği sorusunun yanıtı açık değildir. Her normal erkek çocuk makinelere
bayılır; büyüyüp güçlendikçe de onları daha çok sever. Japonlar gibi uzun ve
yetkin bir sanat geleneğine sahip uluslar, ilk karşılaştıklarında, Batı'nın
mekanik yöntemlerinin büyüsüne kapılır ve bizleri olabildiğince çabuk taklit
etmeye can atarlar. Eğitim görmüş ve dünyayı dolaşmış bir Asyalıyı hiçbir şey
"Doğu'nun bilgeliği"nden, ya da Asya uygarlığının geleneksel erdeminden
söz edilmesi kadar sinirlendiremez; kendini oyuncak otomobiller yerine
bebeklerle oynaması istenmiş bir erkek çocuk gibi hisseder. Ve her erkek
çocuk gibi, oyuncak otomobil yerine gerçeğini ister, ezilebileceğini hiç
düşünmeden.

  Makineler henüz yeniyken, birkaç şair ve estetikçiyi saymazsak, Batı'da da
aynı coşku vardı. Ondokuzuncu yüzyıl kendini daha çok mekanik
ilerleme nedeniyle öncekilerden daha üstün sayardı. Peacock (Thomas Love
Peacock (1785-1866): İngiliz şair ve romancı. (Ç.N.)) gençliğinde
"buhar beyinli toplum" ile alay eder; çünkü kendisi bir yazın adamıdır ve ona
göre uygarlığı Grek ve Romalı yazarlar temsil ederler. Ancak, o dönemde
yaygın olan eğilimlerden uzak olduğunun da farkındadır. Doğaya dönüşleri ile
Rousseau'nun (Jean Jacques Rousseau (1712-1778): Fransız yazar, filozof ve
toplum teorisyeni. (Ç.N.) müritleri, Ortaçağlılıkları ile Göl Şairleri (Göl
Şairleri: İngiltere'de Göller Bölgesi'nde yaşamış İngiliz şairleri
Wordsworth (1770-1850), Coleridge (1772-1834) ve Southey (1774-1843).
(Ç.N)), News from Nowhere (Olmayan Ülkeden Haberler) (zamanın hep haziran olduğu ve herkesin
harman kaldırdığı bir ülke) kitabı ile William Morris: (William Morris
(1834-1896): İngiliz şair, ressam ve sosyalist. (Ç.N.) bunların hepsi
tümüyle duygusal ve tepkisel olan bir çıkışı temsil ederler. Makinelere
karşı duygusal olmayan rasyonel bir karşıtlığı ilk ortaya koyan Samuel Butler
olmuştur. Ancak bu onun için belki de bir jeu d'esprit'den (kelime oyunundan)
başka bir şey değildi -bunun köklü bir kanı olmadığı kesindir. Onun gününden
bugüne, en çok makineleşmiş uluslardan çok kişi Erewhon-vari' bir görüşü
içtenlikle benimseme eğilimindedir; yani bu görüş, uygulanmakta olan sanayi
yöntemlerine karşı olanların tavırlarında, açık veya kapalı şekilde, kendini
gösterir.

  Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar;
onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü
kölelik getirirler. Bu tutumlardan birinin "doğru" ötekinin "yanlış" olduğunu
düşünmeyelim. Bu, insanların kafası olduğu doğrudur ama ayakları olduğu
yanlıştır demeye benzer; gerçi Lilliputluların bu soruyu Gulliver hakkında
tartıştıkların kolayca düşleyebiliriz. Bir makine Binbir Gece Masallarındaki
Cin gibidir; sahibi için güzel ve yararlı; düşmanları için çirkin ve
tehlikeli. Ancak günümüzde hiç bir şeyin kendisini bu denli belirgin bir
yalınlıkla göstermesine izin verilmez. Makine sahibinin, ondan uzakta
oturduğu, gürültüsünü işitmediği, gözleri rahatsız eden atık yığınlarını
görmediği, zararlı dumanlarını koklamadığı doğrudur; eğer makineyi görmüşse,
o da çalıştırılmaya başlamadan önce, çıkardığı toz ve sıcaktan rahatsız
olmasına gerek kalmadan, gücü ya da bir saat gibi işlemesini gururla
seyrettiği zamandır. Makineye, onunla yaşayıp onunla çalışanların görüş
açısından bakması istenirse de cevabı hazırdır. Makinenin çalışması
sayesinde bu insanların, büyük dedelerinden daha fazla -çoğu zaman çok çok
daha fazla- şey satın alabildiklerine dikkat çekebilir. Öyleyse, hemen
herkesçe yapılan bir varsayımı kabul edersek, büyük dedelerinden daha
mutludurlar.

  Bu varsayıma göre insanları mutlu eden, maddi şeylere sahip olmaktır. İki
odası, iki yatağı ve iki ekmeği olan bir kişinin bir odası, bir yatağı ve bir
ekmeği olan kişiden iki kat mutlu olduğu; kısacası, mutluluğun gelirle
orantılı olduğu düşünülmektedir. Bazı kişiler, her zaman da tam içtenlikle
olmadan, din ve ahlak adına bu fikre karşı çıkar; ama vaazlarının
dokunaklılığı sayesinde gelirleri artarsa ona da sevinirler. Benim karşı
çıkmak istemem din ya da ahlak bakımından değil, psikoloji ve yaşamın
gözlemlenmesi açısındandır.

  Eğer mutluluk gelirle orantılı ise makinenin üstünlüğü kuşku götürmez;
değil ise sorunun tümüyle irdelenmesi gerekir. İnsanların fiziksel
gereksinimleri, ayrıca bir de duyguları vardır. Fiziksel gereksinimler
karşılanmamışsa, onlar önceliklidir; ama eğer karşılanmışlarsa, bir insanın
mutlu ya da mutsuz olmasını saptamada, gereksinimlerle bağlantısı
olmayan duygular önem kazanır. Bugünkü sanayi toplumlarında zorunlu fiziksel
gereksinimleri karşılanmamış pek çok kadın, erkek ve çocuk vardır; onlar
bakımından mutluluğun ilk koşulunun gelir artışı olduğunu inkar etmiyorum.
Ancak öyle kimseler azınlıktadırlar; hepsinin yaşamsal gereksinimlerini
sağlamak da zor değildir. Ben onlar hakkında değil, yaşamlarını sürdürmek
için gerekenden fazlasına sahip olanlar -sadece çok fazlasına değil, aynı
zamanda biraz fazlasına sahip olanlar- hakkında konuşmak istiyorum.

  Hemen hepimiz, gelirimizi artırmayı gerçekte neden isteriz? İsteklerimiz
ilk bakışta maddi şeyler gibi görünebilir. Gerçekte ise bunları daha çok
komşularımızı etkilemek için isteriz. Daha iyi bir mahallede daha büyük bir
eve taşınan bir adam karısını "daha iyi" insanların ziyaret edeceğini; eski
ve yoksul komşularla ilişkilerin artık kesilebileceğini düşünür. Oğlunu iyi
bir okula ya da pahalı bir üniversiteye gönderdiğinde, ödediği yüksek
harçlara karşılık kazanılacak sosyal saygınlığı düşünerek kendini teselli
eder.

  Amerika'da olsun Avrupa'da olsun bütün büyük şehirlerde bazı mahallelerdeki
evler, sadece kibar insanlar arasında revaçta oldukları için, öteki
mahallelerdeki aynı nitelikleri taşıyan evlerden daha pahalıdır. En güçlü
tutkularımızdan biri de başkalarının takdir ve saygısını kazanma arzusudur.
Bugünlerde takdir ve saygı, zengin görünen insanlara karşı duyulmaktadır.
İnsanların zengin olmak istemelerinin başlıca nedeni budur. Paraları ile
satın aldıkları mallar ikinci dereceden önem taşır. Örneğin, bir resmi
ötekinden ayırdedemeyen ve uzmanlar yardımıyla eski ustaların bir galeri
dolusu resmini toplamış olan bir milyoneri ele alalım. Aldığı yegane zevk,
başkalarının onların kaça mal olduğunu bilmesidir. Halbuki dergilerin Noel
sayılarındaki dokunaklı posterlerden daha dolaysız ve daha çok zevk alabilir;
ancak o yolla egosu için aynı doyumu elde edemez.

  Bütün bunlar başka türlü de olabilir; birçok toplumda olmuştur da.
Aristokratik dönemlerde insanlara soylarına bakarak değer biçilirdi. Tuhaf
gelebilir ama Paris'te bazı çevrelerde insanlar resim ve edebiyat
alanlarındaki yetkinlikleri nedeniyle değerli görülürler. Bir Alman
üniver sitesinde, insan, bilgisinden dolayı takdir edilir.
Hindistan da ermişlik, Çin de bilgelik saygınlık uyandırır. Bu değişik
örneklerin incelenmesi tanımızın doğru olduğunu gösteriyor; çünkü hepsinde
insanların büyük bir yüzdesi, yaşamlarını sürdürecek ölçüde sahip
olduklarında, paraya karşı ilgisizdirler. Ancak onlar da çevrelerinde
saygınlıklarını sağlayacak meziyetlere sahip olmayı yürekten arzu ederler.

  Bu örneklerin önemi, günümüzdeki zenginlik özleminin insan doğasından
gelmemesinde, çeşitli sosyal kuruluşlarca ortadan kaldırılabilir olmasında
yatar. Yasa gereği hepimizin geliri aynı olsaydı komşularımızdan üstün
olmanın başka yollarını arardık; maddi şeylere sahiplenmeye olan şimdiki
şiddetli arzularımızın çoğu da son bulurdu. Bu arzular rekabet niteliği
taşıdıklarından, rakibimize üstünlük sağladığımız zaman bize mutluluk, ona
da aynı ölçüde acı verir. Gelirlerde yapılacak genel bir artış rekabet
açısından bir avantaj sağlamaz; bu yüzden de rekabetten kaynaklanan bir
mutluluk vermez. Kuşkusuz, satın alınan şeyleri kullanmaktan bir ölçüde zevk
de alınır; ancak, gördüğümüz gibi bu, zenginliği isteme nedenimizin önemsiz
bir bölümüdür. Arzumuz rekabete dayalı olduğu sürece zenginliğin artması,
ister genel olarak ister belli konularda, sonuçta insan mutluluğunu artırmaz.
-Makinelerin mutluluğu artırdığını savunacaksak, yukarıdaki nedenlerden dolayı
makinelerin getirdiği maddi refah artışı, mutlak yoksulluğu önlemede
kullanıldıkları durumlar dışında, önemli bir etken değildir. Yoksulluğu
gidermek için kullanılmalarını gerektiren zorunlu bir neden de yoktur.

  Nüfusun durağan olması halinde yoksulluk makine olmadan da önlenebilir;
Fransa bunun bir örneğidir; orada Amerika'dan, İngiltere'den ve savaş öncesi
Almanya'sından çok daha az makine olduğu halde yoksulluk çok azdır. Tersine,
makinenin çok olduğu bir yerde yoksulluk da çok olabilir.

  Bunun da örnekleri yüz yıl kadar öncesi İngilteresinin sanayi bölgeleri ile
bugünkü Japonya'dır. Yoksulluğun önlenmesi makineye değil başka etkenlere
bağlıdır -kısmen nüfus yoğunluğuna, kısmen de siyasal koşullara. Serveti
artırmanın yoksulluğu önleme dışında fazla bir değeri yoktur.

  Makineler bizi insan mutluluğunun önemli ögeleri olan iki şeyden, doğal
davranma rahatlığından ve çeşitlilikten yoksun bırakır. Makinelerin
kendilerine özgü bir işleyişleri ve kendilerine özgü vazgeçilmez istemleri
vardır: pahalı bir fabrikası olan bir kimse onu sürekli çalıştırmak
durumundadır. Duygular açısından, makinenin yarattığı en büyük sıkıntı onun
düzenliliğidir. Ve doğaldır ki makineler açısından da, duygularda bulunan en
büyük kusur, tersine, düzensiz olmalarıdır. Kendilerini "ciddi" sayan
kişilerin düşüncelerine makineler egemen olduğundan bu kişilerin bir insan
hakkında dile getirecekleri en büyük övgü onun makine gibi olması;
yani güvenilir, dakik, kesin olmasıdır. Artık "düzensiz" bir yaşam kötü bir
yaşamla eş anlamlı olmuştur. Bergson'un felsefesi bu görüşe karşı bir
protestoydu; entellektüel açıdan çok sağlam olmamakla beraber sanırım,
insanların gittikçe daha çok makineye dönüştürülmelerine karşı duyulan
sağlıklı bir endişeden esinlenmişti.

  Yaşamımızda, makineleşmenin egemenliğine karşı içgüdülerimizin şimdiye
kadar gösterdiği başkaldırı talihsiz bir doğrultuya yönelmiştir.
İnsanlar toplum halinde yaşamaya başladığından bu yana savaş dürtüsü her
zaman var olmuştur. Ancak bu, geçmişte, günümüzdeki kadar yoğun ve kahredici
değildi. Onsekizinci yüzyılda İngiltere ve Fransa dünya egemenliğini elde
etmek için sayısız savaşlara girdiler; ancak birbirlerini hep sevip saydılar.
Esir subaylar, kendilerini esir alanların sosyal yaşantılarına
katıldı; ziyafetlerde onur konukları oldular.

  1665'te Hollanda ile yaptığımız savaşın başlarında, Afrika'dan gelen bir
kişi Hollandalıların orada yaptıkları zulmü anlatmıştı. Biz -İngilizler bu
hikayenin düzmece olduğuna kendimizi inandırdık; adamı cezalandırdık ve
Hollandalıların yalanlamasını yayınladık. Son savaşta olsaydı o adama
şövalyelik verir, söylediklerinin doğruluğuna kuşkuyla bakanları da hapse
atardık. Modern savaşlarda vahşetin artması üç yönden makinelerin etkisine
bağlanabilir. İlk olarak, daha büyük ordular kurulmasına olanak sağlarlar.
İkinci olarak, insanların daha alt düzey duygularına hitabeden ucuz yayınları
kolaylaştırırlar. Üçüncü olarak -bizi ilgilendiren de bu noktadır- insan
doğasının derinlerinde yatan, içinden geldiği gibi ve kuralsız yaşamak
isteyen yönünü baskı altında tutarlar; Bu, belirsiz bir huzursuzluğa
yolaçar; bu huzursuzluktan kurtulmanın olası yolu olarak da akıllara savaş
fikri gelir.

  Son savaş gibi büyük bir kargaşayı yalnızca politikacıların makineleşmesine
yüklemek yanlış olur. Belki Rusya için böyle bir açıklama yerinde
olabilir. Rusya'nın isteksiz savaşmasının ve barışı sağlamak için devrim
yapmasının bir nedeni de budur. Ancak İngiltere, Almanya ve Amerika
Birleşik Devletleri'ndeki yaygın savaş arzusunun -1917'de- önünde hiçbir
hükümet duramazdı. Bu tür bir genel isteğin içgüdüsel bir temeli
olmalıdır ve ben şahsen günümüzdeki savaş yanlısı güdülerin artmasının,
modern yaşamdaki düzenlilik, monotonluk ve güdümlü yaşamanın yolaçtığı
-genellikle bilinç-dışı- hoşnutsuzluktan kaynaklandığına inanıyorum.

  Bu duruma makineleri yok ederek çare bulamayacağımız açıktır. Böyle bir
yöntem tepkisel olur ve uygulama olanağı hiç yoktur. Günümüzde makineleşmenin
beraberinde gelen sakıncaları önlemenin tek yolu, çalışma aralarında heyecan
verici uğraşlar için olanak sağlayarak monotonluğu kırmaktır. Alplere
tırmanma yoluyla yaşamlarını tehlikeye atma olanağı bulsalar çoğu insanın
savaş özlemi de yok olur. Tanımak mutluluğuna eriştiğim en gayretli ve
yetenekli barış gönüllülerinden biri, yazlarını Alplerin en tehlikeli
doruklarına tırmanarak geçirmeyi adet edinmişti. Eğer çalışan herkese yılda
bir aylık zaman vererek kendi arzusu doğrultusunda, uçak kullanmak öğretilse;
veya Büyük Sahra'da zümrüt aramaya yöneltilse; ya da kendi insiyatifini
kullanacağı herhangi başka bir tehlikeli ve heyecan verici uğraşa olanak
sağlansa, yaygın savaş arzusu sadece kadınlarla ve eli ayağı tutmayanlarla
sınırlı kalır. Bu kişileri de barışçıl yapacak bir yöntem bilmediğimi itiraf
ederim; fakat eğer işi ciddiyetle ele alırsa, bilimsel psikolojinin bir yöntem
bulacağından eminim.

  Makineler yaşam tarzımızı değiştirmiştir ama içgüdülerimizi değil. Bunun
sonucunda uyum bozukluğu yaşanmaktadır. Duygu ve içgüdü psikolojisi henüz
bebeklik evresinde. Psikanalizle bir başlanıç yapılmış bulunuyor; ancak bu
sadece bir başlangıç. Psikanalizden öğrendiklerimize göre şu gerçeği kabul
edebiliriz ki, insanların hareketlerinde yöneldikleri amaçlar, bilinçli
olarak seçtikleri amaçlar değildir; bu bütünüyle irrasyonel birtakım
fikirleri de beraberinde getirir ve insanlara neden öyle yaptıklarının
farkında olmaksızın, bu amaçların peşinden gitme olanağı verir. Ancak,
geleneksel psikanaliz çok çeşitli olan ve kişiden kişiye değişen bilinç-dışı
amaçlarımızı gereğinden çok basitleştirmiştir.

  Yakın zamanda sosyal ve siyasal olguların bu bakış açısından anlaşılması;
böylece de insan doğasına ışık tutması umulur.
Anarşik güdülerimizle başetmek için istem kullanmak ve zararlı eylemlere
dış yasaklar koymak elverişli yöntemler değildirler. Elverişsiz olmalarının
nedeni de bu güdülerin Ortaçağ efsanelerindeki Şeytan kadar çok kılığa
girebilmeleri ve bu kılıklardan bazılarının en aklı başında olanları bile
yanıltmasıdır. Elverişli olacak tek yöntem önce içgüdüsel doğamızın
gereksinimlerini saptamak; sonra da onları karşılamanın en zararsız yolunu
aramaktır. Makinelerin en çok engellediği şey içten geldiği gibi davranmak
olduğuna göre, yapılabilecek tek şey fırsat sağlamaktır; fırsatı
değerlendirmek de kişinin isteğine bırakılmalıdır. Bu, kuşkusuz, bir hayli
masraf gerektirir; ama bu bedel bir savaşın giderleriyle kıyaslanamaz.
Bilim fiziksel dünyanın yasalarını kavramakta harikalar yaratmıştır; ama
şimdiye kadar, kendi doğamızı, yıldızların ve elektronların doğasına kıyasla
çok daha az anlamış bulunuyoruz. Bilim, insanın doğasını anlamayı
öğrendiğinde, makinelerin ve fiziksel bilimlerin yaratamadığı mutluluğu
yaşamımıza getirebilir.

  Davranışçılık ve Değerler

  Ciddi bir Amerikan dergisinde dünyada bir tek davranışçı olduğu, onun da
Dr. Watson (John Broadus Watson (1878-1958): Amerikalı Psikolog. (Ç.N)
olduğu yolunda bir ifadeye rastlamıştım. Ben, çağdaş düşünceli
olan ne kadar insan varsa o kadar da davranışçı olduğunu söylerdim. Bu,
davranışçıların üniversitelerde daha yaygın olduğu, ya da bizzat benim bir
davranışçı olduğum anlamına gelmez -Rusya ve Çin'i gördükten sonra, zamana
ayak uyduramamış olduğumu farkettim. Ancak nesnel (objektif) özeleştiri
beni çağdaşlaşmamın yerinde olacağını kabule zorluyor. Bu makalede, benim
gibi, bilimde çağdaş olan şeyleri kabul ettikleri halde, yaşamaya
değer şeyler konusunda kendini Ortaçağlılıktan kurtaramayan kişilerin
karşılaştıkları bazı güçlükleri ortaya koymak istiyorum. Davranışçılığın
yalnızca değerler ile olan mantıksal ilişkisini değil; ana hatlarıyla
benimsenmesi durumunda bu doktrinin sıradan insanlar üzerindeki etkisinin ne
olacağını da sorgulamak istiyorum.

  Davranışçılık, psikanaliz gibi bir çılgınlık haline henüz gelmemiştir;
ancak bir gün gelirse, popüler şekli, kuşkusuz, Dr. Watson'un öğretilerinden
değişik olacaktır -popüler Freudculuk Freud'dan ne kadar farklıysa o kadar
farklı.

  Davranışçılığın popüler versiyonu sanırım şöyle bir şey olacak: Eskiden
hissetmek, bilmek ve istemek gibi üç işlevi yürütebilen akıl diye
bir şeyin var olduğu düşünülürdü. Şimdi ise, akıl diye bir şeyin var
olmadığı, yalnızca bedenin var olduğu kesinlik kazanmıştır. Bütün eylemlerimiz
bedensel süreçlerden ibarettir. "Hissetme" özellikle iç salgı bezleri gibi
iç organlarla ilgili bir olaydır. "Bilme" gırtlağın hareketlerinden ibarettir.
"İsteme" ise uzun kaslara bağımlı bütün diğer hareketlerden oluşur.
Geçenlerde, ünlü bir entellektüel ile bir dansöz evlendiğinde,
onların birbirlerine uygunluğu konusunda kuşkularını dile getirenler oldu.
Bir davranışçının bakış açısından bu kuşku yersizdir; biri kol ve
bacak kaslarını, öteki de gırtlak kaslarını geliştirmiştir.

  Demek oluyor ki, mesleğin farklı dallarında olmakla beraber, her ikisi de birer akrobattır.
Yapabildiğimiz tek şey bedenimizi hareket ettirmek olduğuna göre, bu
öğretinin popüler yandaşlarının, bundan, vücudumuzu olabildiğince çok hareket
ettirmemiz gerektiği sonucuna varmaları beklenebilir. Bu noktada göreceliğe
ilişkin bazı güçlükler ortaya çıkacaktır. Bedenin değişik bölümleri
birbirlerine göre mi hareket edecektir; yoksa beden bir bütün olarak
içinde bulunduğu araca göre mi hareket edecektir? Veya, erdemin ölçütü
dünyaya göre olan hareket midir? İdeal insan birinciye göre bir akrobat;
ikinciye göre, aşağıya doğru hareket eden bir yürüyen merdivenden yukarıya
koşan bir insan; üçüncüye göre de, yaşamını bir uçak içinde geçiren insandır.
Ortaya çıkacak anlaşmazlıklarda hangi ilkeye göre karar verileceğini bilmek
kolay değildir; ancak ben şahsen pilotlardan yanayım.

  En güçlü ülkelerdeki en güçlü kesimlerde egemen olan, insanın kusursuzluğu
anlayışının değişik biçimlerine bakarsak, davranışçılığın temelde var olan
inançlara teorik bir gerekçe sağlamaktan öteye gitmediği sonucuna varırız.
Beden eğitimine inananlara ve bir ulusun "erkekliğinin" onun sporculuğuna
bağlı olduğu görüşünü benimseyenlere göre akrobat ideal insandır;
İngiliz yönetici sınıfında yaygın olan görüş de böyledir. Yürüyen
merdivenlerden yukarıya koşan kişi, zevklerden uzak durabilmek koşuluyla,
kasları geliştirmeyi en yüce erdem olarak gören hıristiyanların beau ideal'idir.
Bu, YMCA'in (YMCA: Genç Erkekler Hıristiyan Birliği. (Ç.N.))
Çin'de yerleştirmeye çalıştığı ve yöneticilerimizin
egemenliğimiz altında olan bütün ırklar ve sınıflar için uygun bulduğu
görüştür. Pilot, mekanik güç kullananlara özgü, daha aristokratça
bir idealin temsilcisidir. Ancak, bütün bunların üstünde, Aristoteles'in
hareketsiz-olan-hareket ettiricisini anımsatan yüce bir kavram vardır.
Ona göre, merkezde hareketsiz duran bir ulu varlık vardır; geriye kalan her
şey ve herkes onun çevresinde değişik hızlarla dönerler ve
böylece o kişiye mutlak en büyük göreceli hareketi sağlarlar. Bu merkezde
olma rolü süpermenlerimiz için, özellikle de finans kesimi mensupları için
ayrılmıştır.

  İnsanın kusursuzluğu konusunda Greklerden ve Ortaçağ'dan günümüze kadar
gelen değişik bir kavram daha vardır; ancak makinelerin düş
gücüne egemen olması sonucu ortaya çıkan görüş yavaş yavaş onun yerini
almaktadır. Kanımca bu eski görüş mantıksal olarak, davranışçılıkla bağdaştırılabilir;
ancak, psikolojik açıdan, sade vatandaşın davranışıyla bağdaştırılamaz. Bu
eski görüşe göre hissetmek ve bilmek eylem kadar önemlidir; sanat ve derin
düşüncenin, uzayda büyük miktarda kütlenin yerini değiştirmek kadar
övgüye değer olduğu düşünülür. Cheribum (Tevrat'ta adı geçen bir melek. (Ç.N))
Tanrı'yı sever, Seraphim (İncil'de adı geçen üç çift kanatlı melek. (Ç.N.))
Tanrı'yı derin düşünce yoluyla anlamaya çalışır; onların yüce kusursuzlukları da
bunda yatar. Bu ideal tümüyle statiktir. Cennette ilahiler söylenip arp
çalındığı doğrudur. Ancak her gün aynı ilahiler söylenir; arpların yapısında
hiçbir gelişmeye izin yoktur. Böyle bir yaşam çağdaş insana sıkıcı gelir.
Teolojinin ilgi yitirmesinin bir nedeni de, cenneti her gün gelişen
makinelerle donatmamasında yatar; Milton5 cehennem için bunu başarmıştı.

  Her etik sistemin bir tür non sequitur'a (önerme veya kanıtlara uygun
olmayan sonuç) dayandığı söylenebilir. Filozof önce nesnelerin doğası
hakkında yanlış bir teori icadeder; bundan da, kendi teorisinin yanlış
olduğunu gösteren eylemlerin kötü eylemler olduğu sonucunu çıkarır. İlk
olarak geleneksel hıristiyanlığı ele alalım. Her şey her zaman Tanrı'nın
iradesine tabi olduğundan, günahkarlığın Tanrı iradesine karşı gelmek
olduğunu iddia eder. Hegel yandaşlarına gelince, onlar da evrenin kusursuzca
örgütlenmiş, uyum içindeki parçalardan oluştuğunu; bu nedenle, kötülüğün bu
uyumu azaltan davranışlar bütünü olduğunu iddia ederler. Ne var ki, uyum
metafiziksel bir sorun olduğu halde uyum dışı davranışların nasıl olanaklı
olduğunu anlamak zordur. Fransız halkı için yazan Bergson, davranışları ile
kendisine karşı çıkanları ahlaki suçlamadan daha korkunç birşeyle, yani
gülünç olmayla tehdit ediyor. Önce insanların asla mekanik davranmadıklarını
gösteriyor; sonra da gülme üzerine yazdığı kitabında (Lczughter) bizi
güldüren şeyin mekanik olarak davranan bir insan görmek olduğunu ileri
sürüyor. Bu demektir ki, Bergson felsefesinin yanlış olduğunu gösteren bir
şey yaparsanız o zaman ve ancak o zaman gülünç olursunuz.

  Umarım bu örnekler metafiziğin, herhangi bir etik sonuca yol açamayacağını,
varabileceği tek sonucun, kendi yanlışlığının yol açtığı aşağıdaki
sonuç olduğunu açıkça göstermiştir: Eğer metafizik doğru olsaydı günah
olarak tanımladığı eylemler olanaksız olurdu.

  Bu açıklamaları davranışçılığa uygulayarak şu sonucu çıkarıyorum: Etik
sonuçları varsa ve olduğu ölçüde metafiziğin yanlış olması gerekir;
öte yandan, doğru ise de davranışlarla hiçbir ilişkisi olamaz. Popüler
davranışçılığa -tam anlamıyla bilimsel şekline değil- bu açıdan baktığımızda
onun yanlış olduğuna ilişkin çeşitli kanıtlar buluyorum. İlk olarak, eğer
destekleyicileri herhangi bir etik sonucu olmadığını düşünselerdi, hemen
hepsi bütün ilgilerini yitirirlerdi.

  Burada bir ayrım yapma gereği doğuyor. Doğru bir doktrinin pratik sonuçlar
doğurması olasıdır; ama etik sonuçlar yaratması olanak dışıdır.
İki madeni para atarak çalıştırılan bir makineden siz tek bir para atarak
birşey almak isterseniz gerçeğin pratik bir sonucu olur; yani bir para daha
atmanız gerekir. Ancak hiç kimse bu sonucu "etik" olarak değerlendirmez; bu
sadece arzumuzu nasıl gerçekleştirebileceğimizle ilgilidir. Bunun gibi, Dr.
Watson'un kitabında bu başlık altında işlendiği şekliyle davranışçılığın,
özellikle eğitim alanında pek çeşitli ve önemli sonuçları vardır. Eğer bir
çocuğa belirli bir şekilde davranmayı öğretmek istiyorsanız, örneğin Freud'un
değil de Dr. Watson'un öğütlediği yola başvurmanız çoğu zaman akıllıca olur.
Ancak bu da etik değil, bilimsel bir konudur. Etik, sadece, bir eylem belli
bir hedefi amaçladığı zaman; veya bazı eylemler, getirdikleri sonuçlara
bakılmaksızın, iyi ve kötü olarak sınıflandırıldıkları zaman söz konusu olur.

  Burada davranışçılığın -mantığa ters düşse de- sözcüğün gerçek anlamında
bir ahlak kuralı koyma eğiliminde olduğu sonucuna varıyorum.
Konu şöyle görünüyor; yapabileceğimiz tek şey maddeyi hareket ettirmek
olduğuna göre, olabildiğince çok şey hareket ettirmeliyiz; bu nedenle
sanat ve düşünce maddeyi harekete geçirmeye yardımcı oldukları ölçüde değerli
sayılırlar. Bu, günlük yaşam için aşırı ölçüde metafiziksel bir ölçektir;
pratik ölçek ise gelirdir. Dr. Watson'dan aşağıdaki alıntıyı ele alalım:
"Kişilik, karakter ve yeteneği değerlendirmede en önemli öğelerden biri,
kanımca, bir kimsenin yıllık başarısının tarihçesidir. Bunu, kişinin değişik
işlerde kaldığı süreler ve gelirindeki yıllık artışlarla nesnel olarak
ölçebiliriz...

  Eğer bu kişi bir yazarsa, yazılarına ödenen ücretin yıllara göre bir
grafiğini çizmek isteriz. Eğer otuz yaşındayken yazıları için önde gelen
dergilerden kelime başına aldığı ortalama ücret, yirmi dört yaşındayken
aldığının aynı ise, onun sudan bir yazar olması, daha öteye de gidemeyeceği
olasıdır."

  Bu ölçütü, Buda, İsa ve Muhammed'e; Milton ve Blake'e uygularsak, bu
kişilerin değerleri hakkındaki görüşlerimizde ilginç değişiklikler
yapmak gerektiğini görürüz. Daha önce değinilenler dışında bu alıntıda iki
ahlaki özdeyiş saklıdır. Bir -kusursuzluk kolayca ölçülür olmalıdır; iki
-yasalarla uyumlu olmalıdır. Bunların ikisi de etiği fiziğe dayalı bir
sistemden elde etmeye çalışmanın doğal sonuçlarıdır. Yukarıdaki
paragrafta Dr. Watson'un öne sürdüğü etik, benim kabul edebileceğim etik
değildir. Erdemin gelirle orantılı olduğuna; kalabalığa uyum sağlamakta
güçlük çekmenin günah olduğuna inanmam olanaksızdır. Yoksul ve aksi bir kişi
olduğumdan, bu konularda önyargılı düşündüğüm kuşku götürmez; bunun
bilincinde olmama rağmen düşüncelerim yine de değişmiyor.

  Şimdi de davranışçılığın bir başka yönünü, eğitim konusundaki görüşlerini
ele alacağım. Burada, eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu konudaki
görüşleri kusursuz görünen Dr. Watson'dan alıntı yapamıyorum. O eğitimin
daha sonraki aşamalarına değinmiyor; benim en çok kuşku duyduğum konular ise
orada. Açık bir şekilde davranışçı olmamakla beraber davranışçılıkla
ilintili görüşten çokça etkilenmiş olan bir kitabı ele alacağım: The Child:
His Nature and His Needs (Çocuk: Doğası ve Gereksinimleri)
6. Bu kitap temelde, psikolojik yönden çok değerli olması nedeniyle oldukça
takdir ettiğim bir kitaptır; ancak bana göre, estetik ve etik yönden
eleştiriye açıktır. Estetik eksikliği göstermek için aşağıdaki bölümü
alıyorum (sayfa 384):

  "Yirmi beş yıl önce öğrencilere on ila on beş bin kelimenin nasıl
yazıldığı öğretiliyordu. Son yirmi yılda yapılan araştırmalar göstermiştir ki,
tipik bir lise mezununun, okul çalışmalarında, eğer özel ve teknik sözcük
bilgisi gerektiren teknik bir işle ayrıca uğraşmıyorsa, daha sonraki
yaşamında da üç bin sözcükten fazlasını öğrenmesine gerek yoktur. Tipik bir
Amerikalı, mektuplarında ve gazetelere yazdığı yazılarda çoğu
zaman bin beş yüzden fazla değişik sözcük kullanmamaktadır; çoğu kişi ise
bunun yarısından fazlasını hiç kullanmaz. Bu gerçeklerden dolayı
günümüzde, okullardaki yazın kuralları dersleri günlük yaşamda kullanılan
sözcüklerin, otomatik olarak yazılabilecek şekilde, iyice öğretilmeleri
ilkesine göre düzenlenmekte; daha önceleri öğretilen ve belki de hiç kullanılmayan
teknik ve alışılmış sözcükler eğitim programından çıkarılmaktadır. Bugünkü
yazın derslerinde hiç bir sözcüğe, belleği geliştirmek bakımından yararlı
olacağı düşüncesiyle, yer verilmemektedir."

  Son cümlede, ezberleme yanlısı eski gerekçenin yanlışlığını ortaya koymak
için, psikolojiye yerinde bir yardım çağrısı yapılıyor. Anlaşılan
ezberleme belleği geliştirmiyor. Öyleyse, hiçbir şey, o şeyin bilinmesi
gerekliliği dışında bir gerekçeyle ezberlenmemelidir. Bunu belirledikten
sonra yukarıdaki alıntının akla getirdiği bazı şeyleri irdeleyelim.
İlk olarak, bir şeyin nasıl yazılacağını bilmenin hiçbir yararı yoktur.
Shakespeare ve Milton doğru heceleyemezlerdi; Maria Corelli ve Alfred Austen
ise bunu yapabilirlerdi. Doğru heceleme, biraz, "eğitimli"yi "eğitimsiz"den
ayırdetmenin kolay bir yolu olarak, snopça nedenlerle; biraz, iyi giyinmek
gibi, kalabalığın baskısıyla; biraz da, doğal-yasa düşkünü kimselerin,
kişisel özgürlüğün hala var olmayı sürdürdüğü bir alan görmekten acı
duymalarına bağlı olarak aranan bir şeydir. Hiç olmazsa, yazılı basının,
sözcükleri alışılmış biçimde yazması gerektiği düşünülürse bu amaç için
okuyucu sağlamak her zaman olanaklıdır.

  İkinci olarak, Çin dışındaki ülkelerde yazı dili, edebiyatın bütün estetik
güzelliğini içeren konuşma dilinin yerini almıştır. İnsanlar,
dilin güzel olabileceği ve olması gerektiği duygusunu korudukları çağlarda
yazın kurallarına pek aldırmazlardı; ama telaffuza dikkat ederlerdi.
Şimdilerde üniversite eğitimi görmüş kişiler bile en sıradan sözcükler
dışındaki sözcükleri telaffuz etmeyi bilmiyorlar; ve bu nedenle de şiirlerin
çoğunu vezne uygun olarak okuyamıyorlar. Profesyonel edebiyat öğrencileri
dışında, kırk yaşının altında olup da bazı şiirleri veznine uygun olarak
okuyabilecek belki de tek bir Amerikalı yoktur. Eğer eğitimde bir ölçüde,
estetik de söz konusu ise çocuklara heceleme öğretileceğine yüksek sesle
okuma öğretilmesi gerekir. Eskiden aile reisinin İncil'i yüksek sesle
okuması bu gereksinimi çok iyi giderirdi; ancak şimdilerde bu uygulamanın
nesli neredeyse tükenmiştir.

  Doğru telaffuzu öğrenmek önemli olduğu gibi, estetik yönden, geniş bir
sözcük bilgisi de gereklidir. Yalnızca bin beş yüz sözcük bilenler, basit
konular ve şansın yaver gittiği ender durumlar dışında, kendilerini tam
olarak ve güzel bir şekilde ifade edemezler. Bugünkü Amerikan nüfusunun
yarısı eğitimi için, Shakespeare'in harcamış olduğu zaman kadar zaman
harcar; ama sözcük sayısı onunkinin onda birine ancak varır. Yine de, onun
sözcükleri, ticari başarı sağlamak zorunda olan oyunlarında kullanıldığına
göre, zamanın sıradan vatandaşları tarafından da anlaşılıyor olmalıydı.
Çağdaş görüşe göre, eğer kişi kendisini anlaşılır kılabiliyorsa dile
yeterince hakim sayılır; eski görüşte ise, kişinin konuşma ve yazma dilinde
estetik zevk sağlaması aranırdı.

  Bu satırların yazarı gibi, pratik nedenlerle davranışçılığın bilimsel
yanını kabul edip, etik ve estetik sayılan sonuçlarını reddeden bir kişi
sonunda nereye varır? Dr. Watson'u çok takdir ederim; kitaplarını da son
derece önemli bulurum.

  Günümüzde teorik uğraşların en önemlisinin fizik, sosyal olguların en
önemlisinin sanayileşme olduğu görüşündeyim. Ama yine de, "yararsız"
bilgiye ve haz vermek dışında bir amacı olmayan sanata hayranlık duymaktan
kendimi alamıyorum. Sorun mantıksal değildir; çünkü gördüğümüz gibi, eğer
davranışçılık doğruysa, hangi amaç için ne gibi araçlar kullanılacağını
göstermeye yardım etme gibi ikincil konular dışında, değer yargılarına
ilişkin konularda bir etkisi olamaz. Sorun, geniş anlamda politiktir:
İnsanoğlunun büyük bölümünün hata yaptığı kesin ise, doğru önermelerden
yanlış sonuçlar çıkarmak mı, yoksa yanlış önermelerden doğru sonuçlar
çıkarmak mı daha iyidir? Bu tür bir problemin çözümü yoktur. Tek doğru
çözüm, sanırım sıradan insanlara mantık öğretmek; böylece onlara yalnızca
doğru görünen sonuçlara varmaktan kaçınma olanağı vermektir.

  Örneğin, Fransızların "mantıklı" olduğu söylendiğinde kastedilen şudur: bir önermeyi
kabul ediyorlarsa; incelikli mantıktan yoksun bir kişinin, yanlış olarak bu
önermeden çıkaracağı yanlış her türlü sonucu da kabul ederler. Bu en
istenmeyecek türden bir özelliktir; İngilizce konuşan uluslar geçmişte,
genel olarak, bu duruma diğer uluslardan daha az düşmüşlerdir. Ancak, bu
duruma düşmemeye devam edeceklerse eskiden olduğundan daha çok
felsefe ve mantık öğrenmelerine gerek olduğunu gösteren işaretler vardır.
Eskiden mantık çıkarım yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal olarak,
yapma alışkanlığında olduğumuz çıkarımların ender olarak doğru olduğu
anlaşıldığından, mantık da bir çıkarım yapmaktan sakınma sanatı olmuştur.
Bu nedenle mantığın, okullarda insanlara akıl yürütmemeyi öğretmek
amacıyla öğretilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü akıl yürütürlerse yanlış
yürütecekleri kesin gibidir.

  Doğu'nun ve Batı'nın Mutluluk İdealleri

  Wells'in Zaman Makinesi'ni herkes bilir; makine, ona sahip olan kişinin
zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini, geçmişin neye benzediğini,
geleceğin nasıl olacağını şahsen görmesini sağlar. İnsanlar Wells'in
makinesinin sağladığı yararların birçoğunun, günümüzde de, dünyanın çeşitli
yerlerine seyahat ederek sağlanabileceğini pek farketmiyorlar. New York'a ya
da Chicago'ya giden bir Avrupalı geleceği, eğer ekonomik bir felaket ortaya
çıkmazsa Avrupa'nın ulaşması olası geleceği görecektir. Öte yandan,
eğer Asya'ya gidecek olursa geçmişi görecektir. Bana anlatıldığına göre
Hindistan'da Ortaçağ'ı, Çin'de (1920) onsekizinci yüzyılı görecektir.

  Eğer George Washington yeryüzüne geri gelseydi, yarattığı ülke onu da
şaşırtırdı. İngiltere'de biraz daha az, Fransa'da ise ondan daha da az
yabancılık çekerdi. Ancak Çin'e ulaşmadan kendini tam olarak ülkesinde
hissetmezdi. Hayali yolculukları boyunca ilk kez orada, "yaşam, özgürlük ve
mutluluk arayışı"na hala inanan, bunları Bağımsızlık Savaşı'nın
Amerikalılarına benzer şekilde algılayan insanlarla karşılaşırdı.
Çin'e cumhurbaşkanı olması da sanırım pek uzun zaman almazdı.

  Batı uygarlığı Kuzey ve Güney Amerika'yı, Rusya dışındaki Avrupa'yı ve
özerk İngiliz dominyonlarını içine alır. Bu uygarlıkta Amerika
başı çeker; Batı'yı Doğu'dan ayırdeden bütün özellikler en çok Amerika'da
belirgin ve gelişmiş durumdadır. İlerlemeyi doğal karşılamaya alışkınız: Son
yüzyılda gerçekleşen değişimlerin daha iyiye doğru olduğundan, iyiye doğru
başka değişimlerin de hep süregeleceğinden hiç kuşku duymuyoruz. Savaş ve
onun sonuçları Kıta Avrupasında bu güvenli inanca bir darbe indirdi;
insanlar 1914 öncesine, yüzyıllar boyu tekrar dönmeyecek bir altın çağ
gözüyle bakmaya başladılar.

  İyimserliğin uğradığı bu sarsıntı İngiltere'de daha hafif, Amerika'da ise daha da hafif olarak gerçekleşti. İçimizde,
ilerlemeyi doğal karşılama alışkanlığında olan kişilerin, bizim
yüz elli yıl önce bulunduğumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi ziyaret
etmeleri ve geçirdiğimiz değişikliklerin bize gerçek bir iyileşme getirip
getirmediğini kendi kendilerine sormaları özellikle ilginç olacaktır.
Herkesin bildiği gibi Çin uygarlığı, Confucius'un İsa'dan beş yüz yıl önce
yaygınlaşan öğretilerini temel almıştır. Grekler ve Romalılar gibi
Confucius da insan toplumunun gelişmesinin doğa gereği olduğu görüşünde
değildi; tersine, çok eski çağlarda hükümdarların bilge kişiler
olduğuna ve de insanların, yozlaşmış günümüzün hayranlık duyduğu ancak
ulaşamadığı ölçüde mutlu olduklarına inanıyordu. Bu kuşkusuz
bir yanılgıydı. Ama ne olursa olsun Confucius, çağının diğer hocaları gibi,
hep yeni başarılar peşine düşmek yerine, belli bir nitelik düzeyini
koruyan kararlı bir toplum yaratılmasını amaçlıyordu. Bu konuda, şimdiye
kadar gelmiş geçmiş herkesten daha başarılı oldu. Kişiliği o çağlardan
günümüze dek Çin uygarlığına damgasını vurmuştur.

  Onun zamanında Çin bugünkü topraklarının yalnız küçük bir bölümünü
kaplıyordu ve birbirleriyle çarpışan eyaletlere bölünmüş durumdaydı.
Çinliler, bunu izleyen üç yüz yıl içinde şimdi Çin olarak bilinen topraklara
yayıldılar ve son elli yıla gelinceye kadar yüzölçümü ve nüfus bakımından
dünyanın en büyüğü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarların işgallerine,
Moğol ve Mançu hanedanlarına ve arada yaşanan uzun veya kısa süreli iç savaş
ve karışıklıklara karşın Confucius'un sistemi varlığını sürdürdü; beraberinde
sanat, edebiyat ve uygar bir yaşama biçimi getirdi. Batı ve batılılaşmış
Japonya ile temaslar sonucunda bu sistem ancak yeni yeni çökmeye başlamıştır.

  Bu kadar olağanüstü bir varolma gücüne sahip bir sistemin pek üstün
nitelikleri olması gerekir; saygı ve ilgimizi de hakeder. Bu sistem kelimenin
bizim algıladığımız anlamında bir din değildir; çünkü doğa üstü veya mistik
inançlarla bir ilişkisi yoktur. Tamamen ahlaki bir sistem olmakla beraber
kuralları, hıristiyanlığın kurallarından farklı olarak, sıradan insanların
uygulayamayacağı ölçüde yüce değildir. Confucius'un öğretileri, temelde,
modası geçmiş onsekizinci yüzyıl "beyefendi" idealine benzer şeylerdir.
Deyişlerinden biri bunu açıklamaktadır (Lionel Giles'in Sayings of Confucius
- Confucius'un Deyişleri-'nden alıntı): "Gerçek beyefendi hiçbir zaman
kavgacı değildir. Eğer ortada kaçınılmaz bir rekabet varsa, bu bir atış-yarışması
gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce ve kaybettikten sonra
rakibini kibarca selamlar; kaybetmişse ceremesini de çeker. Böylece,
çekişirken bile gerçek beyefendiliğini korur."

  Çoğunlukla, bir ahlak hocasından beklendiği gibi, sorumluluktan, erdemden
ve bu tür şeylerden söz eder; ancak kişiyi, doğaya ve doğal sevgiye aykırı
olan herhangi bir şeye zorlamaz. Bu da aşağıdaki konuşmada görülüyor:

  "She Dükü Confucius'a şunları söyledi: Ülkemizde dürüst bir adam var.
Babası bir koyun çaldı ve oğlu ona karşı tanıklık etti. Confucius şöyle
yanıtladı: Bizim ülkemizde dürüstlük bundan farklı bir şeydir. Baba oğlunun
suçunu, oğlan da babasının suçunu gizler. Gerçek dürüstlük ancak böyle
davranışlarda bulunur." Confucius her şeyde, hatta erdem konusunda bile,
ılımlı bir kişiydi. Kötülüğü iyilikle yanıtlamamız gerektiğine inanmazdı.
Bir keresinde kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi hakkındaki düşüncesi
sorulduğunda yanıtı şu olmuştu: "O zaman iyiliğin karşılığı ne olacak?
Haksızlığa adaletle, iyiliğe iyilikle karşılık vermelisiniz." Onun zamanında
Çin'de kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi, öğretileri hıristiyanlığa
Confucius'unkinden daha yakın olan taoistlerce öğütleniyordu. Taoizmin
kurucusu Lao-Tze (Confucius'un daha yaşlı bir çağdaşı olduğu sanılır) şöyle
diyor: "İyiye iyi, iyi olmayana da, onu iyiliğe yöneltmek için, yine iyi
davranmalıyım. İnanç sahibi olanlara saygı duyarım; olmayanlara da saygı
duyarım; çünkü belki bu yolla onlar da inanç sahibi olurlar. Bir insan kötü
bile olsa onu dışlamak doğru olabilir mi? Kötülüğe iyilikle karşılık veriniz."
Lao-Tze'nin bazı sözleri Dağdaki Vaaz'ın (İsa tarafından müritlerine
verilen, hıristiyanlığın temel ilkelerini içeren vaaz. (Ç.N))
bazı bölümlerine inanılmaz derecede benzer. Örneğin şöyle diyor:

  "Alçakgönüllü olanlar oldukları gibi kalacaklardır. Eğriler
düzeltilecektir. Boşlar doldurulacaktır. Yıpranmışlar yenilenecektir.
Yoksullar başarılı olacaktır. Çok fazla şeye sahip olanlar yollarını
şaşıracaktır."

  Lao-Tze'nin değil de Confucius'un ulusal bilge
haline gelmesi Çin'e has bir özelliktir. Taoizm
de varlığını sürdürdü: ancak cahil halk arasında
ve sihir niteliğinde. Onun öğretileri İmparatorluğu
yöneten uygulamacılara hayal ürünü gibi
geliyordu. Confucius'un öğretileri ise sürtüşmeleri
önleme bakımından çok iyi hesaplanmıştı.

  Lao-Tze eylem karşıtı bir sav öğütlüyor, şöyle
diyordu: "İmparatorluk, işlerin kendi doğal haline
bırakılmasıyla kazanılmıştır. Her zaman birşeyler
yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olmaya
layık değildirler." Ancak, doğal olarak, Çin'in yöneticileri
Confucius'un, kendine hakim olma, hayırseverlik, nezaket ilkelerini
yeğlediler; aynı zamanda, bilge hükümetlerin sağlayacağı yararlara
büyük önem verdiler. Beyaz ırka mensup modern ulusların hepsinin
yaptığı gibi, kuramsal olarak bir tür ahlak sistemini, uygulamada
ise başka bir ahlak sistemini benimsemeyi Çinliler hiçbir zaman
akıllarına getirmediler. Onlar her zaman kendi kuramlarına
uygun davranmışlardır demek istemiyorum; ancak öyle davranmaya
çaba göstermişler, kendilerinden de öyle davranmaları beklenmiştir.
Halbuki hıristiyan ahlak kurallarının büyük bir bölümünün, bu
günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik öngördüğü,
genelde kabul edilen bir husustur.

  Gerçekte, bizim yanyana giden iki tür ahlak sistemimiz vardır: birisi
öğütlediğimiz ama uygulamadığımız ahlak; öteki de uyguladığımız ama
sadece arasıra öğütlediğimiz ahlak. Mormonizm dışındaki bütün dinler gibi
hıristiyanlık da Asya kökenlidir. Hıristiyanlık, ilk yüzyıllarında, Asya
mistisizmine özgü olan bireycilik ve öbür-dünya kavramlarına ağırlık
vermiştir. Karşı-koymama doktrini bu açıdan bakıldığında bir anlam
taşıyordu. Ancak hıristiyanlık güçlü Avrupa prensiplerinin resmi dini
olunca bazı metinlerin sözcük anlamına göre algılanmaması gerekli görüldü.

  Öte yandan, "Sezar'ın hakkını Sezar'a veriniz" gibilerinden bazı ifadeler
çok yaygınlaştı. Günümüzde ise rekabete dayalı sanayinin etkisiyle,
karşı-koymama ilkesine en ufak bir eğilim aşağılanmakta, herkesin kendi
yolunda gitmesi beklenmektedir. Uygulamada, geçerli olan ahlak ilkemiz
mücadele yoluyla elde edilen maddi başarıdır ve bu husus bireyler için
olduğu kadar uluslar için de geçerlidir. Bunun dışındaki her şey bize
safdillik ve saçma olarak görünür.

  Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak kurallarımızı benimsiyorlar.
Teoride, kavganın yerinde olacağı durumların varlığını; uygulamada ise bu
hale çok ender rastlandığını kabul ediyorlar. Bizlere gelince, teorik
olarak, dövüşmeyi gerektirecek hiç bir durum olamayacağını; pratikte ise, bu
durumların sık sık ortaya çıktığını düşünüyoruz. Çinliler de bazan kavga
ederler; ancak savaşçı bir ırk değillerdir. Savaşta olsun iş yaşamında olsun
başarıyı uzun boylu övmezler. Geleneksel olarak, öğrenmeye herşeyden çok
değer verirler; ondan sonra, ve genellikle onunla birlikte, inceliğe ve
nezakete.

  Çok uzun yıllar boyunca, Çin'de yönetim görevlerine atamalar yarışma
sınavı yoluyla yapılmıştır. İki bin yıl boyunca, babadan oğula geçen
bir aristokrasi var olmadığı için (bunun tek istisnası Confucius ailesidir,
aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladığı saygının
yanısıra, feodal Avrupa'da güçlü soylulara gösterilene benzer bir saygıya
kavuşmuştur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamlıydı; Çin klasiklerinin ve
onların ünlü yorumcularının, eleştiriden uzak olarak öğreniminden ibaretti.
Batı'nın etkisiyle coğrafya, ekonomi, jeoloji, kimya vb.'nin eski çağların
ahlak öğretilerinden daha pratik yararları olduğu farkedildi. Yeni Çin (yani
Avrupa standartları doğrultusunda eğitim görmüş olan gençler) çağdaş
gereksinimlerin farkındadır ve belki de, eski geleneklere yeterince saygı
duymamaktadır. Ancak yine de, en modern olanları bile, az sayıda istisna
dışında, ılımlılık, nezaket ve barışçılık gibi geleneksel
erdemlerini korumaktadırlar. Önümüzdeki birkaç on-yıllık süre içinde Batı'dan
ve Japonlardan alınan dersler sonunda bu erdemlerin varlıklarını sürdürmeleri
ise kuşku götürür.

  Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetlemem gerekirse
şunu söyleyebilirim ki, temelde, zevk almayı amaç edinmişlerdir; bizler ise,
temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa ya karşı güçlü olmaktan
hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikincisi için de Bilimi
geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için fazlasıyla tembel ve fazlasıyla
yumuşak huyludurlar. Onlara tembel demek yalnız bu anlamda doğrudur. Rusların
olduğu türden tembel değildirler; yani geçimlerini kazanmak için çok
çalışırlar. Patronları onları olağanüstü çalışkan bulur. Ancak onlar Batı
Avrupalılar ve Amerikalılar gibi, boş durmaktan sıkıldıkları için veya salt
koşuşturmayı sevdikleri için çalışmazlar. Geçimlerine yetecek kadar kazandıklarında
onunla yetinirler; daha çok çalışarak kazançlarını artırmaya çaba göstermezler.
Tiyatroya gitmek, çaylarını içerek sohbete dalmak, eski çağlardaki Çin
sanatına hayranlık duymak veya güzel manzaralı yerlerde dolaşmak gibi
eğlencelerle zaman geçirmek konusunda yetenekleri sonsuzdur. Bizim düşünce
tarzımıza göre insanın yaşamını böyle geçirmesi gereğinden çok rehavet ifade
eder; bizler her gün bürosuna giden bir insana, orada yaptığı işler
zararlı da olsa, daha çok saygı duyarız.

  Beyazlar için Doğu'da yaşamanın belki de kötü bir etkisi oluyor. Ancak
itiraf etmeliyim ki, Çin'i tanıdıktan sonra tembelliğe insanların toplu
olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya başladım.
Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu başardığımız
şeylerin sonuç olarak bir değer ifade edip etmediği, sorgulanmaya değer.
Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz. Ürettiklerimizin de bir
bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar ve lüks ve hızlı yaşamın başka
gereçleri olarak kullanıyoruz; bir bölümünü ise birbirimizi toplu
halde öldürecek silahlar, zehirli gazlar ve uçaklara ayırıyoruz. Çok iyi bir
yönetim ve vergi sistemimiz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim,
sağlık ve benzeri yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçları için
kullanılmaktadır.

  Günümüz İngilteresinde milli gelirin en büyük bölümü geçmiş ve gelecek
savaşlara ayrılmakta, yararlı şeylere ise ancak bundan geri kalan bölüm
harcanmaktadır. Kıta Avrupasındaki ülkelerin çoğunda oran daha da kötüdür.
Benzersiz etkinlikte bir polis örgütümüz var. Bunun bir bölümü suçu ortaya
çıkarmak ve önlemek için, bir bölümü de yeni, yapıcı siyasal düşünceleri
olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor. Son zamanlara kadar Çin de
bunların hiçbiri yoktu.

  Sanayi otomobil veya bomba yapamayacak kadar verimsiz, devlet kendi
vatandaşlarını eğitemeyecek ve başka ülke insanlarını öldüremeyecek kadar
etkisiz; polis haydutları veya bolşevikleri yakalamayacak kadar güçsüzdü.
Bunların sonucu olarak Çin'de, hiçbir beyaz adamın ülkesinde bulunmayan
ölçüde, herkes için özgürlük; ufak bir azınlık dışındaki bütün insanların
fakir olduğu düşünüldüğünde çok çarpıcı olan, yaygın bir mutluluk vardı.
Orta sınıftan bir Çinli ile orta sınıftan bir Batılının olaylara bakış
açılarını karşılaştırdığımızda iki farklılık göze çarpar: Birincisi, Çinlilerin
yararlı bir amaca hizmet etmeyen hiçbir eyleme değer vermemeleri; ikincisi,
kendi itilerimizi kontrol altında tutup başkalarınınkine karışmayı ahlaklılık
saymamalarıdır. Bunların birincisini daha önce tartışmış bulunuyoruz;
ancak ikincisi de sanırım aynı ölçüde önemlidir.

  Ünlü sinolog Profesör Giles'ın "Confucianizm ve Karşıtları" konusunda
Gifford'da verdiği konferanslarda savunduğu görüşe göre, hıristiyan
misyonerlerin Çin'deki başarılarının başlıca engeli, doğuştan günahkarlık
doktrini olmuştur. Uzak Doğu'da çoğu misyonerler tarafından hala
öğretilmekte olan kalıplaşmış hıristiyan doktrinine göre hepimiz günahkar
olarak, sonsuza dek cezalandırılmayı hakedecek ölçüde günahkar olarak
doğmuşuzdur. Çinliler bu savın, beyazlar için geçerli olmasını kolaylıkla
kabul edebiliyorlar. Ancak kendi ana-babalarının ve büyük ana-babalarının
cehennem ateşinde yandığı söylendiğinde kızıyorlar. Confucius insanların
iyi olarak doğduğunu, eğer sonradan günahkar olurlarsa bunun kötü örneklerden
ya da kötü terbiyeden kaynaklandığını öğretmişti.

  Batı'nın geleneksel katı inançları ile bunun arasındaki farklılığın
Çinlilerin bakış açısı üzerinde derin etkisi vardır.
Bizde, ellerinde ahlak meşalesi taşıdığı varsayılan kişiler, kendilerini
normal zevklerden mahrum eden ve bunun acısını başkalarının
zevklerine karışarak çıkaran kişilerdir. Bizim erdem anlayışımızda
başkalarının işine burun sokma özelliği vardır: Bir kimse eğer kalabalığın
rahatını bozmuyorsa onun olağanüstü iyi bir insan olabileceğini düşünmeyiz.
Bu bizim Günah anlayışımızdan kaynaklanıyor.

  Bu tavır yalnızca özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; ikiyüzlülüğe de yol
açıyor. Çünkü geleneksel ölçütlere uyum sağlamak çoğu kişiye fazlasıyla güç
geliyor. Çin de ise durum böyle değildir. Orada ahlak kuralları olumsuz
yönde değil, olumlu yöndedir. İnsanın ana-babasına saygılı, çocuklarına
şefkatli, fakir akrabalarına cömert ve herkese nazik davranması beklenir.
Bunlar da gerçekleştirilmesi çok zor beklentiler değildir; halkın çoğunluğu
tarafından gerçekten uygulanır. Sonuç da, galiba, çoğumuzun yerine
getiremediği bizim ölçütlerimize göre daha olumludur.

  Günah kavramının yokluğunun bir başka sonucu da insanların, aralarındaki
görüş ayrılıklarını, Batı'da olduğundan daha fazla, mantığa ve tartışmaya
açık tutma eğiliminde olmalarıdır. Bizde fikir ayrılıkları hemen bir "ilke"
sorununa dönüşür: iki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona katılmanın
suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları
şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvurmayı akla getirir. Çin'de
kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta
askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen hemen kansız
denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı'daki daha şiddetli
çatışmalarımızdan edindiğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha az
zarar vermişlerdir. Sivil yönetim de dahil olmak üzere halkın çoğunluğu
sanki bu generaller ve orduları hiç yokmuş gibi günlük yaşamlarını
sürdürmüşlerdir. Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin
dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü her
iki tarafın da aşağılanmaması gereklidir. Bazı yönleri yabancılara
komik gelse bile, bu görünüşü-kurtarma ilkesi son derece değer verilen ulusal
bir kurumdur; sosyal ve siyasal yaşamı, bizdekinden çok daha az acımasız
kılar.

  Çin sisteminde tek bir kusur, ama önemli bir kusur vardır ve bu da
sistemin, Çin'in daha kavgacı uluslara karşı koymasını engellemesidir.
Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer uluslar kavgacı
ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de, eğer ulusal bağımsızlıklarını
koruyacaklarsa, artık dış dünyadan soyutlanmış olmadıkları için, bizim
kötülüklerimizi bir ölçüde taklit etme zorunda kalacaklardır. Bu taklidin
bir gelişme olduğunu sanıp gururlanmaya kalkışmamalıyız.

  İyi İnsanların Yol Açtıkları Kötülükler

  1

  Yüz yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı Jeremy
Bentham adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk duyduğum anı
bugüne kadar hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith'in, Bentham'ın
insanların ölmüş büyükannelerinden çorba yapmaları gerektiğini düşündüğü
yolundaki sözlerini duyduğum andı. Böyle bir uygulama bana aşçılık yönünden
olduğu kadar ahlak yönünden de tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında
kötü bir kanaat edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanların erdem uğruna
söyleme alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri olduğunu çok
sonraları keşfettim. Bundan başka, Bentham'a karşı gerçek suçlamanın ne
olduğunu da anladım. Aşağı yukarı şöyle bir şeydi:

  "İyi" insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamıştı. Aklı başında bir
okuyucunun hemen anlayacağı gibi bu tanımlama gerçek ahlak ilkelerini
altüst eden birşeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden
kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kurallarından esinlenmişse
erdemli olduğunu ortaya koyan Kant'ın düşüncesi çok daha yücedir. Aynı
kurallar, doğaldır ki, ters yönde, acımasız hareketlere de yol açabilir.
Erdemli olmanın ödülünün erdemin kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan galiba
şu sonuç çıkıyor ki, ona katlanmak da onun cezasını oluşturmaktadır. Bu
nedenle Kant, Bentham'dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu
için sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar.

  Bentham'ın kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğrudur: çok iyilik
yapmıştır. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kırk yıl, İngiltere'nin maddi
yönden, fikir ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme gösterdiği
yıllardır. Bu dönemin başlarında, daha önce aristokrasiyi temsil eden
Parlamento'yu, orta sınıfı temsil eder duruma getiren Reform Yasası
çıkmıştır.

  Yasa İngiltere'de demokrasiye doğru atılan adımların en zoru olmuştur.
Hemen arkasından da, Jamaica'da köleliğin kaldırılması gibi, başka
önemli reformlar gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın cezası
asılarak idamdı. Çok geçmeden ölüm cezası yalnız adam öldürme ve vatana
ihanet suçlarıyla sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatlarını korkunç sefalete yol
açacak ölçüde artıran Hububat Yasaları 1846'da yürürlükten kalktı. 1870'de
zorunlu eğitim getirildi. Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline
gelmiştir; ama ben bizim çağımızın, onların çağının yarısı kadar iyi not
almasını dilerim. Ancak şimdiki konumuz bunlar değil. Gelmek istediğim
nokta şudur: o yıllardaki ilerlemenin çok büyük bir bölümünün Bentham'ın
etkisi sayesinde gerçekleştiği kabul edilmelidir. Geçen yüzyılın ikinci
yarısında İngiltere'de yaşayan insanların onda dokuzunun, Bentham olmasaydı
yaşayabileceklerinden daha mutlu yaşadıkları kuşku götürmez. Felsefesi
öylesine yalındı ki, ona yaptıklarının bir gerekçesi olarak bakmış
olabilir. Bizler, şimdiki daha aydın çağımızda, onun fikirlerinin abes
olduğunu görebiliriz. Ancak, Bentham'ınki gibi pek de onurlu olmayan
bir faydacılık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi
yüreklendirebilir.

  2

  Hepimiz "iyi" insandan ne anladığımızı biliriz. İdeal iyi insan içki ve
sigara içmez, küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir toplantıda
orada hanımlar varmış gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her konuda
isabetli fikirleri vardır. Haksızlığa karşı derin bir nefret duyar
ve Günah'ı cezalandırmanın bizim acı bir görevimiz olduğunu bilir. Yanlış
düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret duyar ve genellikle orta yaşlı
başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin isabetli olup olmadığını
sorgulayan kişilerden gençleri korumanın bir devlet görevi olduğu
kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mesleki faaliyetleri yanında hayır
işlerine de hayli zaman ayırır: yurtseverliği ve askeri eğitimi teşvik
eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve erdemli
olmalarını destekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların
gereğince cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir üniversitenin
mütevelli heyeti üyesidir ve yıkıcı fikirleri olan profesörlere görev
vermeyerek eğitime yönelecek saygısızlığı önler. Kuşkusuz, her şeyden çok
da, dar anlamıyla "kişisel ahlakı" kusursuzdur.

  Bu anlamda "iyi" olan bir adamın, genelde, "kötü" bir adamdan daha çok
iyilik yaptığı kuşku götürür. "Kötü" adam ile yukarıda tanımlananın tersi
olan adamı kastediyorum. "Kötü" bir adam sigara, arada bir de içki içer;
hatta damarına basıldığında ağzını bile bozabilir. Sohbetleri her zaman ağza
alınacak türden değildir; güzel havalarda bazı pazar günleri kiliseye gitmek
yerine kırlarda dolaşır. Yıkıcı fikirleri de vardır; örneğin, barış
istiyorsanız savaşa değil barışa hazırlanmanız gerektiğini düşünebilir.
Hatalara karşı tutumu bilimseldir; tıpkı arıza yapan otomobiline olan tutumu
gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil lastiğinin tamirine
yararı neyse, kötü alışkanlıkları düzeltmekte de yararının o kadar olduğunu
iddia eder. Yanlış düşünce konusunda daha da terstir. Ona göre "yanlış
düşünme" sadece düşünme, "doğru düşünme" de sözcükleri papağan gibi
tekrarlamaktır. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan kişilere
yakınlık duymasına yol açar.

  Çalışma saatleri dışında yaptıkları, sadece hoşlandığı şeylerle
uğraşmaktan; ya da, daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahatına dokunmayan
bazı önlenebilir kötülükler konusunda huzursuzluk yaratıp ortalığı
karıştırmaktan ibarettir. Ve hatta olasıdır ki, "kişisel ahlak" konusundaki
bazı kusurlarını, gerçekten erdemli olan kişiler gibi özenle gizlemez;
kendini, dürüst olmanın iyi bir örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış
bir düşünce ile savunur. Sıradan ve saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz
bu niteliklerin bir veya birkaçını taşıyan bir kişi hakkındaki kanaati
olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir öğretmen veya bir vali gibi yetkileri
olan görevler almasına izin verilmez. Bu tür işler yalnız "iyi" insanlara
açıktır.

  Bütün bu durum son zamanlara özgüdür. Cromwell zamanında Püritenlerin kısa
süren egemenliği sırasında da durum böyleydi ve onlar tarafından Amerika'ya
aşılanmıştı. İngiltere'de tekrar ortaya çıkışı Fransız Devrimi'nden
sonra, Jacobinizm'e -yani şimdilerde Bolşevizm diyebileceğimiz şeye- karşı
mücadelede yararlı olabileceği düşüncesiyle olmuştur. Wordsworth'ün yaşamı
bu değişikliğe bir örnektir.

  Gençliğinde Fransız Devrimi'ne yakınlık duymuş, Fransa'ya gitmiş, güzel
şiirler yazmış ve evlilik dışı bir kızı olmuştu. Bu dönemde "kötü"
adamdı. Daha sonra "iyi" oldu; kızını terketti, doğru ilkeler edindi ve kötü
şiirler yazdı. Coleridge de benzer bir değişimden geçmiştir: kötü
olduğu zaman Kubla Khan'ı yazdı; iyi olduğu zamanlar da teolojik yazılar.

  İyi şiirler yazdığı zamanlar "iyi" olan bir şair örneği bulmak zordur.
Dante yıkıcı propaganda yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edilmişti. Sonelerine
bakarak hüküm verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince Shakespeare'e
New York'da karaya çıkma izni verilemezdi. "İyi" insanın özünde hükümet
yanlısı olması yatar. Bu nedenle Milton, Cromwell'in egemenliği döneminde
iyi, ondan önce ve sonraki dönemlerde kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması
bu önceki ve sonraki dönemlere rastlar -gerçekten de şiirlerinin çoğu bir
bolşevik olarak idam edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki dönemde
yazılmıştır. Donne, St.Paul Katedrali ruhani meclis başkanlığına getirildikten
sonra erdemli oldu; ancak bütün şiirleri daha önce yazılmıştı ve bu nedenle,
atanması bir skandala yol açtı. Swinburne gençliğinde, özgürlük için
savaşanları öven Songs Before Sunrise (Şafak Öncesi Şarkılar)'ı yazdığı
dönemde kötü adamdı; yaşlılığında, aşağılık tecavüzlere karşı
özgürlüklerini savundukları için Boerlere oldukça saldırgan yazılar yazdığı
zaman ise, erdemli bir kişiydi. Örnekleri artırmaya gerek yok; günümüzde
geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi şiir üretmekle bağdaşmadığına işaret
eden yeterince söz söylenmiş bulunuyor.

  Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo ve
Darwin kötü kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonrasına kadar Spinoza'nın
çok günahkar bir adam olduğu düşünülüyordu. Descartes kovuşturmaya
uğrayacağı korkusuyla yurt dışına kaçmıştı. Hemen bütün Rönesans
sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara gelince, önlenebilir
ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben Londra'nın bir bölümü
çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesinde oturdum. Burada
bebek ölümü oranları anormal derecede yüksektir ve zenginler rüşvet veya
yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler güçlerini kamu
sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle yarı-zamanlı
çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin sofralarının
zenginliğini yoksulların çocuklarının yaşamından daha önemli saymayan hiç
kimse o yöredeki önemli kişilerin saygısını kazanamaz.

  Dünyanın bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara bakarak, iyi bir
insanı oluşturan nitelikleri basite indirgeyebiliriz: İyi insan, düşünceleri
ve eylemleri iktidar sahiplerine hoş gelen kişidir.

  3

  Geçmişte kötü oldukları halde maalesef yüceliğe erişmiş olan insanlar
üzerinde durmamız hayli üzücü oldu. Şimdi de, daha iç açıcı bir konu olan
erdemli insanlara geçelim.

  3. George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt (1759-1806): 1783-1801 ve
1804-1806 yıllarında başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı) ondan
katoliklere özgürlük vermesini istediğinde -o dönemde katoliklerin oy
hakları yoktu- taç giyme töreninde yaptığı yemine ters düşeceği düşüncesiyle
bunu reddetti. Onlara özgürlük vermenin iyi bir şey olduğu gerekçesine
uyarak yanılgıya düşmekten haklı olarak kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup
olmamak değil, soyut olarak "doğru" olup olmamaktı. Amerika'nın bağımsızlık
istemine yol açan siyasette onun politikaya müdahalesinin payı büyüktür;
ancak müdahalesi her zaman en yüce amaçlardan kaynaklanmıştır.
Aynı şey, çok dindar olan ve düşüşüne kadar Tanrı'nın kendi tarafında
olduğuna içtenlikle inanmış ve -bildiğim kadarıyla- kişisel kötülüklerden
tamamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de söylenebilir. Ama yine de,
insanların acı çekmesine ondan daha çok yol açmış olan başka bir günümüz
insanı bulmak kolay değildir.

  İyi insanlar politikacılara bazı yararlar sağlarlar. Bu yararların başında
da, başkalarının kuşku uyandırmadan işlerini yürütmelerine olanak veren bir
duman perdesi oluşturmaları gelir. İyi insan arkadaşlarının karanlık işler
yapabileceğini aklına getirmez; bu onun iyi yönüdür. Halk da bir insanın,
iyiliğini kötüleri gizlemek -için kullanabileceğini hiç düşünmez; bu da onun
yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin, onları hakeden zenginlerin eline
geçmesine itiraz eden dar kafalı halkın söz konusu olduğu her durumda
bu iki özelliğin iyi insanı son derece çekici kılacağı ortadadır. Bana
söylendiğine göre -ama ben kesinlikle katılmıyorum- iyi insan olan ve
bu amaca göre hareket eden bir Amerika Cumhurbaşkanı varmış. İngiltere'de de
Whittaker Wright ününün doruğunda olduğu sıralarda, çevresini, erdemleri
onun aritmetiğini anlamalarını ve anlamadıklarını farketmelerini önleyen
kusursuz soylular doldurmuştu.

  İyi insanın işe yaradığı bir başka alan da istenmeyen kişileri
skandallarla politikadan uzak tutabilmeleridir. Yüz kişiden doksan dokuzu
ahlak kurallarını ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz.
Doksan dokuzuncu kişinin yaptığı ortaya çıktığında, yüz kişi içinde
gerçekten masum olan bir kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür
doksan sekizi de, kendilerinden de kuşkulanılabilir korkusuyla,
onun peşinden giderler. Bu nedenle, hoşa gitmeyen görüşleri olan bir kimse
politikaya atılıyorsa, toplumun geleneksel kurumlarını korumayı
amaç edinmiş olan kişilerin, açığa vurulduğunda yeni politikacının kariyerini
sona erdirecek birşeyler bulana kadar o kimsenin özel yaşamını geriye doğru
adım adım kurcalamaları yeterlidir. O zaman üç seçenekleri olacaktır:
gerçekleri açıklayarak onun bir utanç bulutu içinde gözlerden uzaklaşmasını
sağlamak; veya açıklama tehditleriyle onu politikadan çekilmeye zorlamak; ya
da şantaj yoluyla kendilerine iyi bir gelir sağlamak. Bu seçeneklerden ilk
ikisi halkı korur; üçüncüsü de halkı koruyanları korur. Bu nedenle her üçü
de övülmeye değer; her üçünü de olanaklı kılan iyi insanların varlığıdır.

  Şimdi de örneğin zührevi hastalık konusunu ele alalım. Bunun önceden
alınacak uygun önlemlerle hemen hemen tamamen önlenebileceği
bilinmektedir. Ancak iyi insanların çabalarıyla bu bilgi mümkün olduğunca
dar bir alana yayılır ve uygulanmasında her türlü engel yaratılır.
Sonuçta günah yine "doğal" cezasına çarptırılır ve yine İncil'in emirleri
uyarınca çocuklar babalarının günahlarını çekmeyi sürdürürler. Bunun
tersi olsaydı durum ne kadar da korkunç olurdu. Çünkü eğer günah
cezalandırılmazsa, yaptıkları günah değilmiş gibi davranacak kadar
ahlaksız kişiler ortaya çıkabilirdi; ve eğer ceza masumları da kapsamazsa o
denli korkutucu olmazdı. Bu nedenle, bilim adamlarının edindikleri derme
çatma bilgilere rağmen, Doğa'nın bizler daha cehalet çağındayken koyduğu
katı ceza yasalarının bugün bile işlemesini sağlayan bu iyi adamlara ne kadar
minnettar olsak azdır.

  Acılara neden olsun veya olmasın, kötü bir eyle"min kötü olduğunu, doğru
düşünen herkes bilir. Ancak herkesin salt ahlak kurallarına uygun
hareket etmesi olanaklı olmadığına göre, erdemin güvence altına alınması
açısından, günahı acının izlemesi çok arzulanan birşeydir. İnsanların
günahlara bilim öncesi çağlarda verilen cezalardan kaçınma yollarını
öğrenmeleri engellenmelidir. Hayırsever insanlar bizleri bu tehlikeli
bilgilerden korumamış olsalar da fiziksel ve zihinsel sağlığın korunması
konusunda ne çok bilgi sahibi olabileceğimizi düşünmek beni dehşete düşürüyor.
İyi insanlar bir de kendilerini katlettirerek yararlı olabilirler. Almanya
Çin'in Shantung eyaletini iki misyonerin orada öldürülmesi sayesinde ele
geçirmiştir. Saraybosna'da öldürülen Arşidük sanırım iyi bir insandı; ona ne
kadar minnettar olsak azdır! Eğer o şekilde ölmeseydi savaş çıkmayabilirdi;
dünya demokrasi için güvenli bir hale gelemezdi; militarizm yıkılmazdı; şimdi
de İspanya, İtalya, Macaristan, Bulgaristan ve Rusya'daki askeri despotizmin
keyfini çıkarıyor olmazdık.

  Şaka bir tarafa, kamuoyunca genellikle kabul gören "iyilik" ölçütleri
dünyayı daha mutlu kılmak için düşünülmüş şeyler değildir. Bunun çeşitli
nedenleri vardır; başlıcası da gelenektir.

  Ondan sonra en güçlü neden olarak egemen sınıfların sahip olduğu, haksız
güçler gelir. İlkel ahlak kuralları tabu kavramından çıkmışa benziyor; bunlar
başlangıçta tamamen boş-inan durumdaydılar ve tamamen zararsız olan bazı
eylemler -örneğin kabile reisinin tabağından yemek yemek- bilinmez yollarla
felakete yol açtıkları düşüncesiyle yasaklanmıştı. Yasaklar bu şekilde
başladı ve başlangıçta varsayılan nedenler unutulduktan sonra da insanların
duyguları üzerinde etkisini sürdürdü. Günümüzde geçerli olan ahlak kurallarının
büyük bir bölümü hala bu türdendir: bazı davranış biçimleri, etkilerinin kötü
olup olmadıklarına bakılmaksızın, dehşet hissi uyandırırlar. Birçok olayda,
dehşet uyandıran bu davranış gerçekten de zararlıdır; öyle olmasaydı ahlak
ölçütlerimizi düzeltme gereksinimi daha yaygın kabul görürdü.

  Örneğin, uygar bir toplumda cinayetin hoşgörüyle karşılanmayacağı
ortadadır; ancak cinayetin yasaklanmasının kökeninde yatan şey, tümüyle
boş-inandır. Öldürülen kişinin kanının -veya daha sonra hayaletinin- öç
almak isteyeceği ve yalnız suçluyu değil, ona yakınlık gösteren herkesi
cezalandıracağı düşünülüyordu. Cinayetin yasaklanmasının boş-inan niteliği
şundan da anlaşılıyor ki, belli dini ayinlerle kan suçundan temizlenmek
olanaklıydı; başlangıçta bu ayinlerin amacı ise, hayaletin kendisini
tanımaması için suçlunun kılık değiştirmesini sağlamaktı. En azından
Sir J. G. Frazex'in teorisi böyledir. Pişmanlığın, suçu "arındırmasından"
söz ederken yaptığımız mecaz çok eski zamanlarda kan lekelerini temizlemek
için yıkama yapılmasından kaynaklanmaktadır. "Suç" ve "günah" gibi
kavramların çok eski çağlardaki bu uygulama ile ilişkili duygusal bir kökeni
vardır.

  Rasyonel bir ahlak kuralı cinayet konusunda bile olaya değişik bir açıdan
bakacak; hastalık için olduğu gibi, suç, ceza ve kefaret yerine önleme ve
iyileştirme ile ilgilenecektir. Günümüzde ahlak ilkeleri boş-inan ve
rasyonalizmin garip bir karışımıdır. Cinayet çok eski bir suçtur; ona uzun
yıllar ötesine uzanan nefret ve korkunun oluşturduğu bir sis perdesi
arkasından bakarız. Sahtekarlık modern bir suçtur; onu rasyonel bakış
açısıyla ele alırız. Sahtekarları cezalandırırız; ama onları, canilere
yaptığımız gibi, tuhaf yaratıklar olarak dışlamayız. Teoride nasıl düşünürsek
düşünelim, toplumsal yaşamda erdemi, birşeyi yapmak olarak değil,
yapmamak olarak algılarız. "Günah" olarak adlandırılan şeylerden kaçınan bir
kimse, başkalarının yararına hiçbir şey yapmasa da, iyi insandır. İncil'de
telkin edilen tutum kuşkusuz bu değildir: "Komşunu kendini sevdiğin gibi sev"
olumlu bir yönergedir. Ancak bütün hırıstiyan toplumlarda bu emre uyan kişi
kovuşturulur; en azından yoksulluk, genellikle hapis ve bazen de
ölümle cezalandırılır. Dünya haksızlıklarla doludur. Ödülleri ve cezaları
verecek konumda olanlar da bu haksızlıklardan yarar sağlayanlardır. Ödüller
eşitsizlik için çok ustaca gerekçeler bulanlara, cezalar ise ona çare
arayanlara verilir. Komşusunu içtenlikle seven bir kimsenin halkın
yergisinden uzun süre kaçınabileceği bir ülke bilmiyorum. Fransa da savaştan
hemen önce Fransa'nın en iyi yurttaşı olan Jean Jaures öldürülmüş, katil ise,
bir kamu hizmeti yaptığı gerekçesiyle, beraat etmişti. Bu çok çarpıcı bir
örnektir; ancak bu tür şeyler dünyanın her yerinde olagelmektedir.

  Geleneksel ahlakı savunanlar onun kusursuz, olmadığını bazen kabul
ederler; ancak herhangi bir eleştirinin ahlakı toptan çökerteceğini ileri
sürerler. Eleştiri olumlu ve yapıcıysa bu çöküntü gerçekleşmez; ancak, bir
anlık bir zevkin ötesinde birşey için yapılmamış olması koşuluyla.
Bentham'a dönersek, o ahlak kurallarına temel olarak "en çok insanın en
fazla mutluluğu"nu savundu. Bu ilke doğrultusunda davranan bir kimsenin,
yalnız geleneksel kurallara uyan bir kişiye göre çok daha çetin bir yaşamı
olacaktır.

  Kendisini ezilmişlerin savunucusu yapacak ve böylece güçlülerin
düşmanlığına hedef olacaktır. Gücü elinde tutanların saklamak istediği
gerçekleri açıklayacak; şefkate gereksinimi olanları ondan mahrum etmek için
uydurulmuş yalanları reddedecektir. Böyle bir davranış gerçek ahlakın
çöküşüne yol açmaz. Resmi ahlak her zaman olumsuz ve baskıcı olmuştur;
"yapmayacaksın" der ve kuralların yasaklamadığı eylemlerin etkisini
araştırmaya gerek görmez. Bütün büyük mistikler ve din öğreticileri böyle
bir ahlak anlayışına boşuna karşı gelmişlerdir: müritleri onların en açık
beyanlarını bile dikkate almamışlardır. Bu nedenle, onların yöntemlerinin
büyük ölçüde bir iyileşmeye yol açması pek olası görünmüyor.

  Düşünce ve bilimdeki ilerlemenin bu konuya katkısı, sanırım, daha umut
verici olacaktır. İnsanlar yavaş yavaş şunun bilincine varacaklardır ki,
kurumları haksızlık ve nefret temeline dayalı olan bir dünya, mutluluğu
yaratma olasılığı en büyük olan bir dünya olamaz. Son savaş
az sayıda kişiye bu dersi öğretmiştir; eğer beraberlikle sonuçlanmasaydı
daha fazlasını da öğretebilirdi. Bizler için gerekli olan, yaşama sevinci,
gelişmenin getireceği mutluluk ve olumlu başarılar üzerine kurulmuş bir
ahlaktır; yasak ve baskı temeline değil. Bir insan eğer mutluysa, coşkuluysa,
cömertse ve başkalarının mutluluğuna seviniyorsa "iyi" insan sayılmalıdır.
Bu durumda, ufak tefek kabahatler pek de önemsenmemelidir. Fakat sömürü ve
gaddarlık yoluyla servet kazanan bir kişiye, şimdi "ahlaksız"
olarak nitelediğimiz kişiler gibi bakmalıyız; düzenli olarak kiliseye gitse
de, kötülükle elde ettiği kazancının bir bölümünü kamu amaçlarına
bağışlasa da aynı şekilde değerlendirilmelidir.

  Bunu sağlamak için, önemli kişiler arasında hala geçerli olan boş-inan ve
baskı karışımı bir "erdem" yerine, ahlak sorunlarına karşı rasyonel
bir tutum getirmek yeterlidir. Günümüzde mantıksal düşünce hafife
alınmaktadır; ancak ben yine de uslanmaz bir rasyonalist olmakta direniyorum.
Mantık belki zayıf bir güç olabilir; ama değişmezdir ve hep aynı yönde
işler. Mantıksızlığın kuvvetleri ise boş yere didişerek birbirlerini yok
eder. Bu nedenle mantıksızlığın -her taşkınlığı, sonunda mantık yanlılarını
güçlendirir ve insanlığın yegane gerçek dostlarının onlar olduğunu tekrar
tekrar gösterir.

  Püritenizmin Dönüşü

  Savaş sırasında bütün ülkelerin iktidarları, halkın işbirliğini sağlamak
için, rüşvet verircesine, alışılmamış ödünler vermeye gerek duydular.
İşçi ücretleri artırıldı, Hindulara onların da insan ve kardeş oldukları
söylendi, kadınlara oy hakkı tanındı; gençlere de, yaşlıların ahlak adına
onlardan hep esirgedikleri masum zevkler için izin çıktı. Savaşı kazandıktan
sonra ise galipler geçici olarak sağlanmış olan bu avantajları geri alma
çabasına girdiler. 1921 ve 1926'daki kömür grevlerinde işçiler sindirildi;
Hindular değişik kararlarla eski konumlarına gönderildi; kadınların oy
hakları geri alınamadıysa da, Parlemento kararlarında tersi tavsiye edildiği
halde evlenen kadınlar işten atıldılar. Bütün bunlar "politik" konulardır;
başka deyişle, İngiltere'de bu konularla ilişkisi olan sınıfları temsil eden
seçmen grupları, Hindistan'da da örgütlü pasif direnişçiler vardır. Buna
karşılık, kadın olsun erkek olsun, insanların kimseye zarar vermeyen
zevklerinde özgür olmaları gerektiğini savunacak örgütlü herhangi bir grup
yoktur. Bu nedenle püritenler ciddi bir muhalefetle karşılaşmamış; bu
zalimliklerinin politik bir konu olduğu düşünülmemiştir.

  Püriteni, şu şekilde tanımlayabiliriz: bazı eylemlerin, başkaları üzerinde
gözle görülür kötü bir etkisi olmasa bile, özünde günah olduğuna;
günah olduğu için de etkili her yolla -olanak varsa ceza yasası ile, bu
olmazsa ekonomik baskıyla desteklenen kamuoyu yoluyla- engellenmesi
gerektiğine inanan kişidir. Bu, eski çağlara ait bir görüştür; belki de ceza
hukukunun doğuşu bu yüzdendir. Ancak başlangıçta yasaların faydacı temeli
ile bağdaşıyordu: bazı suçların, o suçları hoşgörü ile karşılayan toplumlara
karşı olan tanrıları öfkelendirdiğine, bu nedenle de toplum için zararlı
olduklarına inanılıyordu. Bu bakış açısı Sodom ve Gomorrah (İncil'de
halklarının günahkarlığı yüzünden ilahi yangınla harab olan iki komşu şehir.)
hikayesinde somutlaşmıştır. Bu hikayeye inananlar, o şehirlerin yok edilmelerine yol
açan suçları cezalandıran yasaları, faydacı nedenlerle haklı görebilirler.
Ancak günümüzde püritenlerden bile bu görüşe katılanlar azdır. Londra
Piskoposu bile, Tokyo'daki depreme orada oturanların belirli bir günahlarının
neden olduğunu ileri sürmedi. Bu nedenle söz konusu yasalar, sadece intikam
amaçlı ceza teorisi ile savunulabilir: bazı günahlar, onları işleyenlerden
başkasına zarar vermese de, suçluya acı çektirmeyi görevimiz yapacak
kadar iğrençtirler. Bu görüş Benthamizmin etkisiyle ondokuzuncu yüzyılda
gücünü yitirmişti.

  Ancak, liberalizmin gerilemesiyle yitirdiği önemi son yıllarda yeniden
kazandı ve Ortaçağ'dakinden aşağı kalmayan bir acımasızlık tehlikesi,
işaretlerini vermeye başladı.

  Bu yeni hareket gücünü çoğunlukla Amerika'dan almaktadır ve savaşın tek
galibinin Amerika olmasının sonuçlarından biridir. Püritenizmin gelişimi
ilginçtir. Onyedinci yüzyılda İngiltere'de kısa bir süre egemen olmuş; ancak,
sıradan vatandaş kütlesini öylesine bezdirmiştir ki, onun tekrar hükümeti
kontrol etmesine izin vermemişlerdir. İngiltere'de baskı altında kalan
püritenler Amerika'da önce New England'da, sonra da Orta Batı'da koloniler
kurdular. Amerikan İç Savaşı, İngiliz İç Savaşı'nın bir devamıydı. Güney
eyaletleri çoğunlukla püriten karşıtlarının yerleşim bölgesiydi. Ancak
İngiliz İç Savaşı'nın tersine, savaş püriten partisinin kalıcı zaferiyle
sonuçlandı. Bunun sonucunda dünyanın en güçlü devleti Cromwell'in Ironside'larının
görüşlerini miras alan kişilerin kontrolü altına girdi.

  Püritenizmin insanlığa yaptığı hizmetleri teslim etmeden sadece kusurları
üzerinde durmak haksızlık olur. İngiltere'de onyedinci yüzyıldan başlayarak
son yıllara kadar krallığın ve aristokrasinin despotluğuna karşı demokrasiden
yana olmuştur. Amerika'da, kölelerin özgürlüğünü savunmuş ve Amerika'nın
bütün dünyanın demokrasi şampiyonu olmasına büyük katkıda bulunmuştur.
Bunlar insanlığa yapılan büyük hizmetlerdir; ancak geçmişte kalmışlardır.
Günümüzün sorunu, siyasal demokrasiden çok, azınlıklara özgürlük verilmesi
ile düzenin bağdaştırılmasıdır.

  Bu sorun püritenizminkinden değişik bir bakış açısı, ahlaki heyecandan
çok hoşgörü ve yaygın bir karşılıklı anlayış gerektirir. Yaygın karşılıklı
anlayış püritenlerde hiçbir zaman güçlü olmamıştır. Püritenlerin en önemli
zaferlerinden, yani İçki Yasağı'ndan söz etmeyeceğim. Her ne ise, Yasak
karşıtları itirazlarını pek de bir ilke sorunu yapamazlar; çünkü onların
da çoğunluğu, aynı ilke sorununa yol açan kokain yasağını desteklerler.

  Fanatikliğin her türüne olduğu gibi, püritenliğe yapılan pratik itiraz,
bazı kötülükleri diğerlerinden çok daha kötü olarak niteleyip onların ne
pahasına olursa olsun bastırılması gerektiğini savunmasıdır. Fanatik bir
kişi, gerçekten kötü olan bir hareketin, eğer gerektiğinden fazla şiddetle
bastırılacak olursa, daha da büyük başka kötülüklere yol açacağını görmez.
Müstehcen yayınlara karşı konulmuş olan yasayı buna bir örnek olarak
gösterebiliriz. Hiç kimse müstehcenlikten hoşlanmanın aşağılık bir şey
olduğunu, ya da bu yayınların zarar verdiğini reddetmez. Ancak, bu yayınlar
yasa yoluyla ortadan kaldırmaya kalkışılırsa birçok değerli şey de onunla
birlikte yasaklanmış olur. Birkaç yıl önce, ünlü bir Hollandalı ressamın
bazı resimleri bir İngiliz müşteriye postayla gönderilmişti. Posta idaresi
yetkilileri, onları iyiden iyiye inceleme zevkine erdikten sonra, müstehcen
olduklarına karar verdiler (Devlet memurlarının sanat değerlerinden anlaması
da beklenemez). Bu nedenle onları imha ettiler; müşteri de hiçbir tazminat
alamadı.

  Yasa, posta idaresine postayla gönderilen şeylerden müstehcen bulduklarını
imha yetkisi vermektedir; kararlarına itiraz da edilemez. Püriten yasalarla
ilgili sakıncalara daha önemli bir örnek de doğum kontrolüdür. "Müstehcen"liğin
kesin bir yasal tanımlamaya elverişli olmadığı ortadadır. Mahkemelerdeki
uygulamada bu, "yargıcı şoke eden herhangi bir şey" anlamına gelmektedir.
Doğum kontrolü konusundaki bilgiler pahalı bir kitapta uzun sözcükler ve
dolambaçlı tümcelerle verilmişse sıradan bir yargıç bundan şoke olmaz; ama
ucuz bir broşürde, eğitimsiz insanların anlayacağı sade bir dille
anlatılmışlarsa durum farklıdır. Bu yüzden, günümüz İngilteresinde doğum
kontrolü konusundaki bilgiler eğitim görmüş insanlara verilirse yasaldır;
yoksul kesime verilirse de yasalara aykırıdır. Oysa bu bilgiler en çok
yoksul kesim için önemlidir. Görülüyor ki, tıp kitapları gibi birkaç belirli
konu hakkında yayınlanmış olanları dışında yasa, yayınlanan eserin amacını
hiç dikkate almıyor. Yalnız şuna bakılıyor: eğer bu kitap edepsiz bir
çocuğun eline geçerse ona zevk verir mi? Eğer verirse, içerdiği bilgilerin
sosyal bakımdan önemi ne olursa olsun, hemen yok edilmelidir. Bunun sonucu
olarak zorla yaratılan bilgisizliğin verdiği zarar akılalmaz
ölçüdedir. Yoksulluk, kronik kadın hastalıkları, sakat çocuk doğumları,
aşırı nüfus artışı, püriten yasa koyucularca, birkaç yaramaz çocuğun
olası zevklerinden daha önemsiz kötülüklerdir.

  Yürürlükte olan yasanın yeterince etkili olmadığı da düşünülmektedir. The
Times gazetesinin 17 Eylül 1923 tarihli sayısında yazıldığı gibi, Milletler
Cemiyeti'nin gözetiminde düzenlenen Müstehcen Yayınlar Uluslararası
Konferansı, Amerika'da ve Milletler Cemiyeti'ne üye bütün ülkelerde
yasaların daha sertleştirilmesi yolunda tavsiye kararı almıştır.
Anlaşıldığına göre bu hayırlı çalışmanın en gayretli üyesi de İngiliz
delegesidir. Çok geniş kapsamlı yasalar için gerekçe olarak kullanılan bir
başka konu da beyaz kadın ticaretidir. Buradaki gerçek kötülük çok ciddidir
ve tam anlamıyla ceza hukuku kapsamına girer. Gerçek kötülük, cahil genç
kadınların yalan vaadlerle yoldan çıkarılıp, sağlıklarının çok ciddi
tehlikelere açık olduğu, kölelik koşullarına sürüklenmeleridir. Bu, temelde
bir Çalışma sorunudur.

  İşyeri Güvenliği Yasası'nda, Yük Vagonları Yasası'nda
olduğu gibi ele alınmalıdır. Ancak bu konu, beyaz kadın ticareti
kötülüklerinin hiç söz konusu olmadığı durumlarda da, kişisel özgürlüklere
yapılan çirkin müdahalelere mazeret olarak kullanılmıştır. Birkaç yıl önce
İngiliz gazetelerinde, birisinin bir fahişeye aşık olup onunla evlendiği
haberi çıkmıştı. Habere göre, bir süre mutlu yaşadıktan sonra kadın eski
mesleğine dönmeye karar verir. Bunu ona kocasının önerdiği, ya da bu işi
onayladığını belirten hiçbir kanıt yoktur; sadece, kocasının hemen
kavga çıkarıp onu kapı dışarı atmadığı bilinmektedir. Adam bu suçundan
dolayı kırbaçlanıp hapse atılmış, cezası da o zamanlar yeni yasalaşmış olan
ve hala yazılı yasalar sicilinde yer alan bir yasaya göre verilmiştir.

  Amerika'ya gelince, benzer bir yasaya göre metres tutmak yasaya aykırı
değil, ama onunla bir eyaletten bir başkasına seyahat etmek yasaya
aykırıdır. Bir New Yorklu, metresini Brooklyn'e götürebilir, ama Jersey
City'ye götüremez. Sade vatandaş için bu iki eylem arasındaki
ahlaksızlık farkını anlamak zordur.

  Milletler Cemiyeti de bu konuda daha sert yasalar getirilmesine
çalışmaktadır. Bir süre önce Milletler Cemiyeti Komisyonu'ndaki Kanada
delegesi, yaşı ne olursa olsun bir kadının, kocası ya da anne veya
babasından biri eşlik etmedikçe, vapur yolculuğu yapmasına izin verilmemesini
önerdi. Bu öneri kabul edilmedi; ancak hangi yolda ilerlediğimizi çok iyi
gösteriyor. Bu tür eylemler bütün kadınları "beyaz köle"ye indirgemektedir.
Kadınlar, bazılarının "ahlaksızlık" amacıyla kullanma riski olmadan, hiçbir
özgürlüğe sahip olamazlar. Bu reformcuların tek mantıksal amacı çarşaf peçe
olabilir.

  Püriten görüşe karşıt olarak ileri sürülen daha genel bir görüş daha var.
İnsan doğası değişmediği sürece, insanlar yaşamdan biraz zevk almak
arzusundan vazgeçmezler. Zevkleri, pratik olarak, kabaca iki gruba
ayırabiliriz: temelde duygulardan kaynaklananlar ve temelde zihinsel
olanlar. Geleneksel bir ahlakçı birincileri aşağılayarak ikinci tür zevkleri
üstün tutar; ya da, daha doğrusu, ikincileri zevk olarak düşünmediği için
aşağılar. Onun bu sınıflandırması, kuşkusuz, bilimsel açıdan savunulamaz;
zaten çoğu durumda kendisi de kuşku içindedir. Sanattan duyulan haz duygusal
mıdır, yoksa zihinsel mi? Platon ve bazı rahipler gibi gerçekten
hoşgörüsüzce, sanatı in toto (tümüyle) reddeder.

  Az çok geniş görüşlü ise, bir "ruhani amaç"a yönelik olması koşuluyla,
sanatı hoşgörüyle karşılar; bu da genellikle kalitesiz sanat demektir.
Tolstoy bu görüştedir. Evlilik de başka bir sorunlu konudur. Katı ahlakçılar
onu esefle karşılarlar; daha az katı olanlar, genellikle hoş olmadığı
için överler; hele onu çözülemez yapmayı başarmışlarsa.
Ancak, benim üstünde durmak istediğim nokta bu değil. Bu, bir püritenin
elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra geriye kalan zevklerin,
mahkum ettiği zevklerden daha zararlı olduğunu belirtmek istiyorum.
Kendimize zevk veren şeylerden sonra en çok keyiflendiğimiz şey, başkalarının
zevk almasını önlemek; ya da, daha genel olarak, güç sahibi olmaktır.
Sonuçta, püritenizmin egemenliği altında yaşayanlar güç sahibi
olmaya aşırı düşkün olurlar. Halbuki güç duygusu, içkiye ya da püritenlerin
karşı olduğu herhangi bir şeye düşkün olmaktan çok daha fazla kötülüğe yol
açar. Doğaldır ki, güçlü olma tutkusu erdemli kişilerde kendini iyilik yapma
tutkusu şeklinde gizler. Ancak bunun sosyal etkileri pek az farklıdır; bu,
kurbanlarımızı, düşmanımız oldukları için değil, günahkar oldukları için
cezalandırıyoruz demekten başka bir şey değildir. Her iki durumda da sonuç
zulüm ve savaştır.

  Ahlaki öfke çağdaş dünyanın en zararlı kuvvetlerinden biridir. Daha da
kötüsü, bu gücün propagandayı elinde tutanlarca kötü amaçlar için
saptırılabilmesidir.

  Sanayinin gelişmesiyle ekonomik ve siyasal örgütlenmenin artması da
kaçınılmaz olmuştur. Eğer sanayileşme bir çöküntüye uğramazsa, daha
da artması kaçınılmaz olacaktır. Dünya gittikçe daha kalabalıklaşmakta,
komşularımıza bağımlılığımız da gittikçe daha güçlü hale gelmektedir.
Bu koşullar altında, toplumu açıkça ilgilendirmeyen konularda birbirimizin
işine karışmamayı öğrenmezsek yaşam dayanılmaz olacaktır. Birbirimizin özel
yaşamına saygı duymayı ve ahlak ölçütlerimizi başkalarına zorlamamayı
öğrenmek zorundayız. Püritenler kendi ahlak ölçütlerinin yegane ahlak ölçütü
olduğunu düşünürler. Başka çağların, başka ülkelerin, hatta kendi
ülkelerindeki başka grupların, kendilerininkinden farklı ahlak ölçütleri
olduğunu; kendilerinin püriten olmaya hakları olduğu kadar onların da kendi
ölçütlerini seçmeye hakları olduğunu anlamamaktadırlar. Ne yazık ki, kendi
zevklerinden vazgeçmenin doğal bir sonucu olan güç tutkusu püritenleri
başkalarından daha etkili kılmakta; onların karşı durmalarını zorlaştırmaktadır.
Umalım ki daha kapsamlı bir eğitim ve insan doğası hakkında daha çok bilgi
sayesinde, bizim pek erdemli efendilerimizin hızı giderek azalsın.

  Politikada Kuşkuculuk Gereksinimi

  Dünyanın İngilizce konuşan bölümünün tuhaf özelliklerinden biri de
siyasal partilere olan olağanüstü ilgi ve güvendir. İngilizce konuşan
insanların çok büyük bir bölümü, belirli bir partinin iktidarda olması
durumunda çektikleri sıkıntıların çözümleneceğine gerçekten inanır. Sarkacın
salınımının nedeni budur. Bir kişi bir partiye oy verir, ama mutsuzluğu
sürer; bunun üzerine de millenium'u (Kıyametten önceki, mutluluk ve refahın
süreceğine inanılan bin yıllık dönem. (Ç.N)) getirecek olanın öteki parti olduğu
sonucuna varır. Bütün partilerin büyüsünden kurtulduğunda ise artık ölümün
eşiğinde yaşlı bir kimsedir; gençliğinin inancını oğlu devam ettirir ve
tahterevalli hareketi böylece sürüp gider.

  Eğer politikada işe yarar birşeyler yapmak istiyorsak politik sorunlara
tamamen değişik bir açıdan bakmamız gerektiğini belirtmek isterim.
Demokrasilerde bir parti iktidara gelmek için ulusun çoğunluğunun ilgi
duyacağı çağrılar yapmak zorundadır. Tartışmalarımız sırasında
açıklanacak olan nedenlerden dolayı, şimdiki demokratik sistemde, geniş
ölçüde başarılı olan bir çağrının zarar getirmemesi neredeyse olanaksızdır.
Bu nedenle, büyük bir siyasal partinin yararlı bir programa sahip olması pek
olası değildir. Eğer yararlı yasalar çıkarılacaksa bunların parti-hükümeti
dışında bir mekanizma ile çıkarılması zorunludur. Böyle bir mekanizmanın
demokrasi ile nasıl bağdaştırılacağı da günümüzün en öncelikli sorunlarından
birisidir.

  Günümüzde politik sorunlar konusunda birbirinden çok farklı iki tür uzman
vardır. Bir yanda partilerin politikacıları; öte yanda da çoğunlukla
bürokrat olan uzmanlar ve onlarla birlikte ekonomistler, finans kesimi, tıp
bilimcileri, vb. Bu iki uzman sınıfının herbirinin özel becerileri vardır.
Politikacının becerisi insanları, kendi yararlarına olduğuna inandıracak
şeylerin ne olduğunu kestirmek; uzmanların becerisi ise, halkın inandırılması
koşuluyla neyin gerçekten yararlı olduğunu saptamaktır. (Bu koşul elzemdir;
çünkü, değerleri ne olursa olsun büyük tepkilere yol açan önlemler
nadiren yarar sağlar.) Demokrasilerde politikacının gücü, sokaktaki adama
doğru gibi görünen fikirlere sahip çıkmasına bağlıdır. Politikacılardan,
uzmanlarca isabetli bulunan fikirlerin iyi fikirler olduğunu savunma yüce
gönüllülüğünü beklemek boşunadır. Çünkü bunu yaparlarsa meydanı başkalarına
kaptırırlar. Öte yandan, başkalarının ne düşündüklerini kestirmek için
gerekli olan sezgisel beceri, bizzat kendi fikirlerini oluşturma konusunda
becerileri olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle en yetenekli olanlarının çoğu
(parti politikacılığı bakımından), çoğunluğun iyi saydığı ama uzmanların
kötü olduğunu bildiği önlemleri içtenlikle savunmak durumunda kalırlar. Bu
nedenle politikacılara, kaba deyimiyle rüşvet almamayı öğütlemek dışında,
tarafsız olmaları yolunda uyarılarda bulunmanın hiçbir yararı yoktur.

  Parti politikacılığının var olduğu her yerde, bir politikacının çağrısı
belli bir kesime, rakibinin çağrısı da karşıt kesime yöneliktir.
Politikacının başarısı kendi kesimini çoğunluğa dönüştürmesine bağlıdır.
Bütün kesimlere aynı ölçüde çekici gelecek önlemler öteki partilerce de
benimsenebilecek; bu nedenle de parti-politikacısına bir yararı olmayacaktır.
Sonuçta politikacı bütün dikkatini, rakibini destekleyenlerin çekirdeğini
oluşturan kesimin hoşlanmadığı önlemler üzerinde yoğunlaştırır. Bundan
başka, bir öneri her ne kadar övgüye değer olursa olsun, meydan
konuşmalarında sokaktaki adama inandırıcı gelecek mantıktan yoksun ise onun
politikacıya bir yararı olmaz.

  Böylece, parti politikacılarının ağırlıkla vurguladıkları önlemler şu iki
koşulu yerine getirmek zorundadır: (1) Ulusun bir kesiminin yararına hizmet
ediyor görünmelidirler; (2) Bunun için verilen kanıtlar olabildiğince basit
olmalıdır. Kuşkusuz bu hususlar savaş hallerinde geçerli değildir. Çünkü o
zaman dış düşmanlarla olan anlaşmazlıklar karşısında parti anlaşmazlıkları
askıya alınır. Savaş sırasında politikacının hüneri normal politikadaki
kararsız seçmenin yerine geçen tarafsız ülkelere yönelir. Beklendiği
gibi son savaş, demokrasinin tarafsızlara hitap etme konusunda harika bir
eğitim sağladığını gösterdi. Savaşı demokrasinin kazanmasının
başlıca nedenlerinden biri de bu olmuştur. Gerçi barışı kaybetmiştir; ama bu
başka bir konudur.

  Politikacıların özel becerisi hangi tutkuların en kolay tahrik
edilebileceklerini, tahrik olunduklarında da politikacının kendisine ve
çevresine vereceği zararın nasıl önleneceğini bilmekten ibarettir.
Politikada da para için geçerli olana benzer bir Gresham Yasası vardır:
Bunlardan daha yüce hedefleri amaçlayan kimseler bir kenara atılırlar
-ihtilallerde olduğu gibi idealizmin güçlü bir kişisel hırsla birleştiği
hareketlerin yer aldığı ender zamanlar dışında. Dahası, politikacılar, rakip
gruplara bölünmüş olduklarından ulusu da bölmeye çalışırlar; eğer savaşta
ulusu başka bir ulusa karşı birleştirme şanslılığına erişmemişlerse. Bu
kimseler "anlamı olmayan ses ve öfke" düsturuyla yaşarlar. Açıklaması zor
olan, veya bölünme (uluslar arasında veya bir ulus içinde) içermeyen, ya da
politikacıların bir sınıf olarak gücünü azaltacak hiçbir şey üzerine
eğilemezler.

  Uzman'a gelince, ilginç denecek ölçüde değişik bir tiptir. Kural olarak,
politik güç amaçlayan bir kimse değildir. Politik bir soruna karşı
doğal tepkisi, neyin popüler olacağını değil, neyin yararlı olacağını
araştırmaktır. Belirli konularda olağanüstü teknik bilgi sahibidir. Bir
kamu görevlisi ise veya büyük bir işletmenin başında bulunuyorsa, bireyler
hakkında hayli deneyimlidir; nasıl davranacaklarını iyi değerlendirir.
Bütün bunlar olumlu özelliklerdir ve uzmanlık alanına giren konulardaki
görüşlerinin saygıyla karşılanmasını sağlar.

  Ancak, genellikle, bunlara karşılık oluşturan bazı kusurları da vardır.
Özel konularda uzman olduğundan bölümünün önemini abartabilir.
Eğer uzman bir dişçiye, bir göz hastalıkları uzmanına, bir kalp uzmanına,
bir akciğer uzmanına, bir sinir uzmanına vb. ardarda giderseniz
onların her biri size kendi alanlarındaki rahatsızlıkların nasıl önleneceği
hakkında değerli öğütler verirler. Eğer hepsinin de öğütlerini yerine
getirirseniz yirmi dört saatinizin tümünü sağlığınızı korumakla geçirir, bu
sağlığınızdan yararlanmaya ise hiç zamanınızın kalmadığını görürsünüz.
Politika uzmanlarıyla da kolaylıkla aynı şey olabilir; hepsinin sözü
dinlenirse ulusun normal yaşamını sürdürmeye vakti kalmaz.

  Becerikli kamu görevlisinin ikinci bir kusuru onun perde arkasından ikna
yöntemini kullanmak zorunda olmasından kaynaklanır. Ya insanları
makul olmaya ikna olasılığını aşırı abartacaktır; ya da sinsi yöntemlerle
politikacıları, ne yaptıklarını anlamadan çok önemli yasaları geçirmeye ikna
edecektir. Bürokrat genellikle birinci hatayı gençliğinde, ikincisini de
orta yaşlılıkta yapar.

  Uzmanın üçüncü bir kusuru, eğer yönetici yetkilerine sahipse, popüler
tutkuları değerlendirememesidir. Bir komisyonun önerilerini genellikle iyi
anlar; ancak bir kalabalığı anlayamaz. İyi niyetli ve bilgili herkesin
yararlı olduğunu kabul edeceği bir önlem saptadığında şunu göremez ki, eğer
bu önlem halk önünde açıkça savunulursa, ondan zarar görecek güçlü kişiler
halkı, söz konusu öneriyi savunan kişiyi linç etmeye varacak bir ölçüde
galeyana getirebilir.

  Söylendiğine göre, Amerika'da büyük patronlar sevmedikleri kişilerin
peşine detektif takarlar, ve eğer kişi olağanüstü uyanık değilse, kısa
sürede, onu yola getiren düzenler çevirirlermiş. Tabii sonunda o kişi ya
politikasını değiştirmek zorunda kalır, ya da basında ahlaksız bir insan
olarak teşhir edilir. İngiltere'de bu yöntemler henüz o ölçüde gelişmiş
değildir; ancak olasıdır ki çok geçmeden gelişecektir. Hiçbir kötülük
olmadığı zaman bile, çoğu kez toplumsal heyecan, hazırlıksız olanları
şaşırtacak ölçülere varır.

  Herkes Hükümet'in giderlerini azaltmasını genellikle ister; ancak hiçbir
kısıntı çoğunlukça hoş karşılanmaz; çünkü bazı kimseler işlerini
kaybederler ve halkın sempatisini toplarlar. Çin'de onbirinci yüzyılda
Whan An Shih adında bir kamu görevlisi vardı. İmparatoru ikna ettikten
sonra sosyalizmi getirme işine girişti. Ancak düşüncesiz bir anında
okumuşlar takımını (o günün Northcliffe" Yayıncılarını) gücendirdi, yerinden
uzaklaştırıldı ve modern zamanlara kadar, bütün Çin tarihçileri tarafından
kınandı. Dördüncü bir kusur bununla bağlantılıdır; yani uzmanların, alınacak
yönetimsel önlemlerin halk tarafından kabul görmesinin önemini
küçümsemeleri ve halka hoş gelmeyen bir yasanın uygulama zorluklarını
bilmezlikten gelme eğiliminde olmaları. Tıp adamları, iktidarda olsalar,
yapacakları yasalara uyulmak koşuluyla, bulaşıcı hastalıkları yok edici
çareleri bulabilirler. Ancak yasalar kamuoyunun çok ilerisinden
giderse onlardan kaçınma yolları bulunur. Savaş sırasında yönetimin kolay
olması insanların savaşı kazanmak için çok şeyi kabullenmeleri
sayesinde gerçekleşmiştir; halbuki normal barış yasalarının böyle güçlü bir
çekiciliği yoktur.

  Hemen hiçbir uzman salt tembelliği ve ilgisizliği
yeterince hesaba katmaz. Bariz tehlikelerden
kaçınma zahmetine bir ölçüde katlanırız; ancak,
yalnız uzmanın görebileceği tehlikeler için bunu
yaptığımız pek söylenemez. Parayı sevdiğimizi
düşünürüz; yaz saati uygulaması da bize her yıl
milyonlar kazandırır. Fakat bir savaş önlemi olarak
zorunlu kalıncaya kadar bunu uygulamadık.
Alışkanlıklarımızı gelirimizden daha çok seviyoruz;
çoğu kez hayatımızdan da çok. Bazı alışkanlıklarımızın
zararları konusunda kafa yoran bir insana bu durum inanılmaz gelir.

  Uzmanların çoğu galiba şunu farkedemiyorlar: eğer yönetim gücüne
sahip olurlarsa güdüleri onları zorbalığa yöneltecek ve şimdiki sevimlilik
ve yüce fikirliliklerini yitireceklerdir. Koşulların karakterleri
üzerindeki etkisini çok az kimse önleyebilir.

  Bütün bu nedenlerden dolayı, iktidarı bürokratlara devrederek
politikacılarımızın kötülüklerinden kolayca kurtulamayız. Ancak yine de,
gittikçe daha karmaşık hale gelen toplumumuzda uzmanların şimdikinden daha
etkili olmaları zorunlu görünüyor. Günümüzde, güçlü içgüdüsel istemler ile
sınai gereksinimler arasında şiddetli bir çatışma var. Gerek kişisel, gerek
maddi çevremiz sanayileşme ile birlikte birdenbire değişti. İçgüdülerimiz
ise pek değişmemiş olsa gerek; düşünce alışkanlıklarımızı bu değişik
koşullara göre uyarlamak için de hemen hiçbir şey yapılmadı. Çalışma
odalarında kunduz besleyen akılsız kişiler, yağışlı hava yaklaşırken, yaşam
ortamları dere kenarları olan kunduzların kitaplarla su setleri
yaptıklarını görürler. Bizler de yeni çevremizle neredeyse aynı uyumsuzluğu
yaşıyoruz. Eğitim sistemimiz bize hala Homeros çağında biyolojik açıdan
yararlı olan özelliklere, şimdi zararlı ve saçma olduklarına aldırmadan,
hayranlık duymayı öğretiyor. Her başarılı politik hareket içgüdüsel olarak
kıskançlığı, rekabeti veya nefreti körüklüyor; asla işbirliğine olan
gereksinimi değil. Bu bizim bugünkü politik yöntemlerimizin doğasında
vardır; endüstri öncesi alışkanlıklarla da uyum içindedir. İnsanların bu
konudaki düşünce alışkanlıkları ancak bilinçli bir gayretle
değiştirilebilir.

  Bahtsızlığı bir başkasının kötü niyetine atfetmek doğal bir eğilimdir;
fiyatlar düştüğünde de vurguncunun neden etkisiz olduklarını sorgulamaz.
Ücretlerin ve fiyatların beraberce inip çıktığını da görmez. Eğer kendisi
bir sermayedarsa ücretlerin düşmesini, fiyatların yükselmesini;
eğer işçi ise tersini ister. Para konularında uzman olan birisi
vurguncuların, sendikaların ve sıradan işverenin bu olanlarla pek az
ilişkisi olduğunu açıklamaya çalışırsa herkesi öfkelendirir; tıpkı Alman
zulmünden kuşku duyan birisiymiş gibi. Düşmanımızın elimizden alınmasından
hoşlanmıyoruz; acı çektiğimiz zaman nefret
edecek birilerini arıyoruz. Acıları akılsızlığımız
yüzünden çektiğimizi düşünmek bile çok düş kırıcı;
fakat insanlığı bir bütün olarak aldığımızda
gerçek bu. Bu nedenle de, hiçbir siyasal parti
nefret dışında bir itici güce sahip olamıyor; suçlayacak
birilerinin olması gerekiyor. Eğer falancanın kötülüğü
acılarımızın tek nedeni ise onu cezalandıralım, mutlu
oluruz. Bu tür politik düşüncenin en çarpıcı örneği Versailles
Antlaşması'dır. Ama çoğu kişi Almanların yerini alacak
yeni bir günah keçisi aramaktadır.

  Bu noktayı uluslararası sosyalizmi savunan
iki kitabı karşılaştırarak açıklayacağım: Marx'ın
Kapital ve Salter'in Allied Shipping Control
(Müttefik Deniz Taşımacılığı) (Sir Arther Salter
kuşkusuz kendisine sosyalist demez; ama yine
de öyledir) eserleri. Bu iki kitabın, sırasıyla, ekonomik
değişim yanlısı olan bir politikacı ile bir
kamu görevlisinin yöntemlerini temsil ettiğini
varsayabiliriz. Marx'ın amacı, sonunda bütün
partileri bastıracak bir parti yaratmakken Salter'in
amacı da mevcut sistem içinde yetkilileri
etkilemek ve toplumun yararı savı ile kamuoyunu
değiştirmektir.

  Marx, sonuç olarak, kapitalizm düzeninde
ücretle çalışanların korkunç yoksulluk çektiğini
kanıtlar. Komünizm altında hiç acı çekmeyeceklerini veya daha
az çekeceklerini kanıtlamaz, kanıtlamaya da çalışmaz. Bu, gerek
üslubundan gerek bölümlerin sıralanmasından
açıkça anlaşılan bir varsayımdır. İşçi sınıfı önyargısıyla
kitabı okumaya başlayan bir okuyucu,
okudukça bu varsayımı paylaşacak ve onun kanıtlanmadığını
hiç farketmeyecektir. Marx ahlaki sorunlara ilişkin
düşüncelerin sosyal gelişme ile herhangi bir ilgisi
olduğunu kesinlikle reddeder; bu gelişmenin Ricardo
ve Malthus tarafından öne sürüldüğü gibi acımasız ekonomi
yasalarından kaynaklandığını varsayar. Ancak Ricardo ve
Malthus bu acımasız yasaların kendi sınıflarına mutluluk,
çalışan sınıfa da sefalet getirdiğini söylemişlerdi;
Marx ise, Tertullian gibi, kendi sınıfı sirklerde
gönül eğlendirirken burjuvaların yerlerde köpekler
gibi uluyacağı bir gelecekten haberler verir.

  Marx her ne kadar insanları iyi ya da kötü olarak ayırmamış,
onları sadece ekonomik etkenlerin şekillendirdiğini ifade
etmişse de gerçekte burjuvaları kötü kişiler olarak göstermiş,
ücret erbabında onlara karşı şiddetli bir nefret uyandırmaya
çalışmıştır. Marx'ın Kapital'i temelde, Bryce Raporu gibi, düşmana
karşı savaş ateşini körüklemeyi amaçlayan vahşet
öykülerinin bir koleksiyonudur. Doğal olarak, düşmanın da
savaş ateşini körükler; böylece de, çıkacağını haber verdiği
sınıf savaşını başlatır. Marx büyük bir politik güç olmaya, nefreti
körüklemesi ve kapitalistleri ahlaki bakımdan iğrenç kişiler
olarak göstermeyi başarması sayesinde ulaştı.

  Salter'in Allied Shfipping Control kitabında
ise bununla taban tabana zıt bir hava görüyoruz.
Salter'in, uluslararası sosyalizm sisteminin
uygulamasıyla bir süre ilgilenmiş olmak gibi
Marx'da bulunmayan bir avantajı vardır. Bu
sistem kapitalistleri öldürmek değil, Almanları
öldürmek arzusundan ortaya çıkmıştır. Ancak
ekonomik konularda Almanlar söz konusu olmadıklarından,
Salter'in kitabında arka planda kalırlar. Ekonomik
sorun, askerlerin, savaş gereçlerini imal eden
işçilerin ve bu gereçlere hammadde sağlayanların
çalıştırılmayıp, toplumun geri kalan bölümünün bütün
işleri yapmak zorunda kalması gibi bir durumda karşılaşılacak olan
sorunla aynıydı. Veya başka bir ifadeyle, sanki birdenbire
herkesin daha önce çalıştığının yarısı kadar çalışması emredilmişti.

  Savaş deneyimi bu soruna teknik bir çözüm getirmişse
de psikolojik bir çözüm getirmemişti. Çünkü savaş, barış
zamanında yapılacak işbirliği için, savaş yıllarında Almanlara
karşı duyulan nefret ve korkunun yolaçtığı ölçüde destek verecek bir
güdü sağlayamamıştır.
Salter şöyle demektedir (sayfa 19):

  "Şu anda, profesyonel iktisatçıların, dikkatlerini üzerinde
herşeyden çok yoğunlaştırmaları gereken şey herhalde savaş
döneminin gerçek sonuçlarının araştırılmasıdır; bu soruna devlet
kontrollerine ilke olarak yandaş veya karşıt olma gibi
önyargılar taşımadan, tam bilimsel bir
açıdan yaklaşmalıdırlar. İlk ağızda ele alacakları olgular
normal ekonomik sisteme en azından bir meydan okuma
oluşturacak kadar çarpıcıdır. Sonuçlarda çeşitli etkenlerin
katkısı olduğu bir gerçektir... Önyargısız profesyonel bir araştırma
bunların ve daha başka etkenlerin ağırlığnı tam
olarak saptayabilir; belki de yeni örgütleme yöntemlerinden
yana çok şeyler bulabilir. Bu yöntemlerin savaş koşullarında
sağladığı başarı tartışma götürmez. Ilımlı bir değerlendirme ile
ve savaştan önce boş gezen kişilerin üretimini
de dikkate alarak denebilir ki, ülkenin üretim
gücünün yarısı ile üçte ikisi arasında bir bölümü savaşa veya
savaşa yardımcı hizmetlere ayrılmıştı.

  Ama yine de bütün savaş süresince İngiltere her türlü askeri
çabayı sürdürdü; sivil halkın geçim standardını da dayanılamayacak
ölçüde düşük olmayan bir düzeyde, bazı dönem
ve bazı sınıflar için ise belki de barış zamanındaki
kadar rahat olan bir düzeyde tuttu. Ülke bunu, başka
ülkelerden hiçbir yardım almadan yaptı.
Ödünç alınmış para ile Amerika'dan yaptığı dışalım, müttefiklerine
ödünç verdiği parayla yaptığı dışsatımdan çok daha az oldu. Görüldüğü
gibi, hem cari savaş tüketimini hem sivil halkın cari tüketimini
üretim gücünün geri kalanıyla, cari üretimiyle karşıladı."

  Barış zamanındaki normal ticaret sistemini tartışırken de şunları
söylüyor (sayfa 17):

  "Barış-zamanı ekonomik sisteminin temeli,
hiçbir bilinçli yönlendirme ve kontrolün olmayışıdır. Savaş
koşullarının yarattığı zorlayıcı gereksinimler için bu sistemin,
en azından o koşullarda, ciddi biçimde yetersiz olduğu ortaya
çıktı. Yeni standartlara göre, bilinçsiz ve savurgan kalıyordu. Çok
az üretiyordu, yanlış şeyler üretiyordu ve onları yanlış kişilere
dağıtıyordu."

  Savaşın baskısıyla yavaş yavaş oluşturulan
sistem, 1918'de, bütün önemli özellikleriyle, tam
bir uluslararası sosyalizm haline geldi. Birlikte
hareket eden müttefik devletler gıda ve hammaddelerin
tek alıcısı oldu; yalnız kendi ülkelerine değil tarafsız
Avrupa ülkelerine de neyin ithal edileceği hakkında tek karar
organı haline geldiler. Hammaddeyi kontrolleri altındaki fabrikalara
istedikleri gibi dağıttıkları için üretimi de kesin olarak
kontrolleri altına aldılar. Gıda maddeleri konusunda ise perakende
dağıtımı bile düzenlediler. Yalnız fiyatları değil miktarları
da onlar saptıyorlardı. Yetkilerini temel olarak
Müttefik Deniz Nakliyat Konseyi kanalıyla kullanıyorlardı; bu
Konsey de, sonuç olarak hemen hemen tüm deniz nakliyatını
yönetiyor, dolayısıyla da dışalım ve dışsatım koşullarını dikte
edebiliyordu. Böylece, bu sistem bütün özellikleriyle
daha çok dış ticarette uygulanan bir uluslararası
sosyalizm oluşturuyor; ve bu da siyasal sosyalistler
için en büyük sıkıntıyı yaratıyordu.

  Bu sistemin tuhaf bir yanı da kapitalistlerin
muhalefetini çekmeksizin getirilmiş olmasıydı.
Toplumun hiçbir önemli kesiminin ne pahasına
olursa olsun muhalefetini davet etmemek savaş
dönemi politikasının gerekli bir özelliğiydi.
Örneğin, deniz taşımacılığında en büyük sıkışıklığın
yaşandığı dönemde, sivil toplumda hoşnutsuzluk
yaratmak korkusuyla, gıda maddelerinde değil,
savaş malzemesinde kesinti yapılması gerektiği savunuldu.

  Kapitalistleri dışlamak çok tehlikeli olabilirdi; gerçekten de,
yeni sisteme dönüşüm ciddi bir sürtüşme olmadan
gerçekleştirildi. Tutum "falan kesimler kötüdür, cezalandırılmaları
gerekir" yerine "barış zamanındaki sistem verimsizdi; herkese en az
sıkıntı verecek yeni bir sistem oluşturulmalıdır" şeklinde oldu. Ulusal
tehlikenin baskısı altındayken, hükümetin gerekli gördüğü
önlemlerin onaylanmasını sağlamak normal dönemlerdeki kadar zor
değildi. Normal zamanlarda bile, eğer önlemler sınıf karşıtlığı
yerine bir idareci bakışıyla sunulurlarsa kabul görmeleri
daha az zorlukla karşılaşır.

  Savaşta edinilen idari deneyimlere göre, sosyalizmden beklenen
avantajların birçoğunun, hükümetin hammaddeleri, dış ticareti ve
bankacılığı kontrol altına almasıyla elde edilebileceği görülmektedir.
Bu bakış açısı Lloyd'un Stabilizations (İstikrar) adlı değerli kitabında
işlenmiştir. Bu kitap, problemin bilimsel açıdan incelenmesi konusunda
kesin bir ilerleme sayılabilir; savaş koşullarının kamu görevlilerini
yapmak zorunda bıraktığı deneylerin bu alanda büyük yardımı olmuştur.

  Pratik açıdan Sir Arthur Salter'in kitabındaki en ilginç şeylerden biri,
uygulamada da en iyi sonuçları veren uluslararası işbirliği
yöntemlerinin analizidir. Ülkelerin tek tek kendi başlarına her sorunu ele
almaları, sonra da diplomatik temsilciler aracılığıyla diğer
devletlerle pazarlığa girişmeleri usülden değildi. Uygulama her sorun
için ayrı bir uluslararası uzmanlar komitesi oluşturmak şeklindeydi;
sonunda görüş ayrılıkları uluslar arasında değil, mal gurupları arasında
oluyordu. Buğday komitesi kömür komitesiyle, vb. mücadele ediyor; ancak her
biri hakkındaki tavsiye kararları müttefik ülkelerin uzman temsilcileri
arasında yapılan müzakereler sonunda alınıyordu.

  Gerçekte durum, Yüksek Savaş Konseyi'nin olağanüstü yetkileri dışında,
hemen hemen bir uluslararası sendikalizm gibiydi. Bundan alınacak ders
şudur: Başarılı bir uluslararası işbirliği isteniyorsa, bu, ulusal
kuruluşların birbiriyle çatışan istemlerini bağdaştıracak
tek bir uluslararası yüksek kuruluş yerine, her konuda ayrı ayrı
uluslararası örgütlenmeye gidilerek gerçekleştirilmelidir.

  Saltex'in kitabını okuyan herkes, savaş sırasında müttefikler arasında
kurulan böyle bir uluslararası hükümetin, barış zamanında dünya çapında
kurulması durumunda, hemen tüm dünya nüfusunun maddi, fikri ve ahlaki
yönlerden yaşam düzeyini yükselteceğini hemen görecektir. Bu, işadamlarına
zarar vermez; son üç yılın karlarının ortalaması, onlara emekli maaşı
gibi, sürekli gelir olarak vaadedilebilir. İşsizliği, savaş korkusunu,
yoksulluğu, kıtlığı ve aşırı üretimi önler. Bu sav ve yöntem Mr. Lloyd'un
kitabında açıklanmıştır. Ancak aşikar ve evrensel olan bu avantajlara
rağmen, bu tür bir şeyin gerçekleşmesi umudu, eğer olanaklıysa, evrensel
devrimci sosyalizmin kurulmasından da çok daha uzak bir olasılıktır.
Devrimci sosyalizmin karşılaştığı zorluk onun çok büyük bir muhalefete
yol açmasındandır; bürokratların sosyalizminin zorluğu ise çok az destek
toplamasındadır. Politik bir atılıma muhalefet, kişinin kendisinin
zarar görmesi korkusundan kaynaklanır; destek ise kişinin düşmanlarının
zarar göreceği umudu (genellikle bilinç-altı) sayesinde elde edilir.

  Bu nedenle, hiç kimseye zarar vermeyen bir politika destek görmez; çok
fazla destek gören bir politika ise şiddetli muhalefet uyandırır.
Sanayileşme, dünya çapında işbirliği için yeni bir gereksinim yarattı; bir
yandan da düşmanlıklarla birbirimizi incitmek için yeni kolaylıklar
getirdi. Ancak parti politikasında içgüdüsel olarak olumlu yanıt alan tek
hitap tarzı düşmanca duygulara yöneltilen hitaptır; işbirliği gereğini
idrak eden kişiler ise güçten yoksundurlar. Eğitim bir nesil boyunca yeni
kanallara yöneltilinceye, basın da nefreti körüklemekten vazgeçinceye
kadar, günümüzdeki politik yöntemlerle uygulamada yalnızca zararlı
politikaların benimsenme şansları bulunuyor.

  Ancik politik sistem değişmeden eğitim ve basını değiştirmek için belirgin bir yol da
mevcut değil. Normal yollarla, en azından uzun bir süre için, bu ikilemden
çıkış yoktur. Kanımca, bu konuda umabileceğimiz en iyi şey şudur:
olabildiğince çoğumuzun, zaman zaman önümüze konulan çekici parti
programlarına inanmaktan kesinlikle geri durması, politik kuşkucular
olmasıdır. Mr. H.G. Wells'den bu yana birçok aklı başında kişi son
savaşın, savaşları sona erdirecek bir savaş olduğuna inanıyordu. Şimdi
düş kırıklığına uğramışlardır. Yine birçok aklı başında kişi Marx'ın sınıf
savaşının, savaşları sona erdirecek bir savaş olacağına inanmaktadır. Eğer
bu savaş gerçekleşirse onlar da düş kırıklığına uğrayacaklardır -tabii
aralarında sağ kalan olursa. Herhangi güçlü bir siyasal harekete inanan iyi
niyetli herkes uygarlığımızı mahvetmekte olan bu örgütlü mücadelenin
sadece uzamasına yardım etmiş olur.

  Doğaldır ki, bunu mutlak bir kural olarak öne sürmüyorum; kendi
kuşkuculuğumuz hakkında bile kuşkucu olmalıyız. Ancak, eğer siyasal bir
partinin sonuçta elde edilecek yarar uğruna büyük zararlara yol açacak bir
programı varsa (ki çoğunun vardır), bütün siyasal hesapların belirsizliği
göz önüne alındığında, kuşkuculuğa büyük bir gereksinim var demektir.
Psikanalitik -görüş açısından bakıldığında, bu parti programını gerçekten
çekici kılan şeyin o arada açtığı kötülükler olduğundan ve sonuçtaki yararın
da "rasyonalize etme" türünden birşey olduğundan -kuşku duymakta haksız
sayılmayız.

  Yaygın bir politik kuşkuculuk mümkündür; psikolojik olarak, düşmanlığımızı
başka uluslar veya sosyal sınıflar yerine politikacılar üzerinde
yoğunlaştırmak anlamına gelir. Düşmanlıklar ancak politikacılar yoluyla
etkili olduğundan, onları hedef alan düşmanlık da psikolojik olarak
kişiyi tatmin eder; ancak bunun sosyal açıdan bir zararı olamaz. Bunun
Willam James'in arzusunu, "savaşın manevi eşdeğerlisi"ni gerçekleştirmek
için gerekli koşulları sağladığını düşünüyorum. Politikayı bazı
dalaverecilere (yani sizin ve benim hoşlanmadığımız kişilere) bıraktığı
doğrudur; ama bu bir kazanç da olabilir. The Freeman'ın 26 Eylül 1923 s
ayısında siyasal dalaverenin yararlarını gösterebilecek bir yazı
okudum. İmparatora danışmanlık yapan emekli bir Japon devlet adamıyla
arkadaş olan bir İngiliz, ona Çinli tüccarlar dürüst olduğu halde, Japon
tüccarların neden dürüst olmadığını sorar ve şu yanıtı alır:

  "Bir zamanlar Çin'in siyasal yaşamında pek parlak bir rüşvet dönemi yaşandı;
mahkemelerde, alay konusu oldular. Ticareti bu kaos ve durgunluk halinden
çıkarmak için Çinli tüccarlar en sıkı ahlak ölçülerini uygulamak zorunda kaldılar. O
günden bu yana, sözleri senet kadar sağlamdır. Japonya'da ise tüccar
böyle bir sorunla karşılaşmadı; çünkü bizde belki de dünyanın en iyi hukuk
yasaları vardır. Bu nedenle, bir Japonla iş yaparken riskini de göze
almalısın." Bu öykü, dürüst olmayan politikacının dürüst olandan daha az
zarar verebileceğini gösterir.

  "Dürüst politikacı" kavramı pek de basit bir kavram değildir. En kabul
edilebilir tanımı şöyledir: politik eylemleri kendi gelirini artırma arzusuyla
yönlendirilmeyen kişi. Bu anlamda, Mr. Lloyd George dürüsttür. Bundan sonra
politik eylemleri ne parasal amaçlarla, ne de güç edinme veya mevcut gücünü
koruma arzusuyla yönlendirilen kişiler gelir. Bu anlamda, Lord Grey
dürüst bir politikacıdır. Son ve en dar kapsamlı tanım da şöyledir: Dürüst
politikacı, halkla ilişkili eylemlerinde tarafsız olmanın yanında,
dostlararası ilişkilerde normal sayılan şeref ve dürüstlük ölçüsünün de çok
altına düşmeyen kişidir. Bu anlamda, Lord Morley dürüst bir politikacıydı; en
azından, her zaman dürüsttü ve dürüstlüğü onu politikadan uzaklaştırıncaya
kadar da politikacıydı. Ancak, en iyi anlamda dürüst olan bir politikacı bile
çok zararlı olabilir; örnek olarak da 3. George gösterilebilir.

  Akılsızlık ve bilinçsiz önyargı, çoğu kez, görevi kötüye kullanmaktan
daha zararlı olur; kaldı ki, dürüst bir politikacı, eğer Devonshire Dükü
gibi fazlaca budala değilse, demokrasilerde pek de makbul değildir; çünkü
ancak çok budala bir insan, bir ulusun yarısından çoğunun önyargılarını
candan paylaşabilir. Bu nedenle, hem yetenekli olan hem de kamunun yararını
kollayan bir kişi, eğer politikada başarılı olacaksa, iki yüzlü olmak
durumundadır; ancak bu ikiyüzlülük zamanla onun kamu yararını kollama
niteliğini yok eder.

  Günümüz demokrasisinin kötü yanlarını hafifletmenin bariz bir yolu, kamu
görevlilerini çok daha fazla tanıtım yapma ve inisiyatif kullanma
yolunda teşvik etmektir. Bu kişilerin kendi başlarına yasa tasarıları
hazırlama ve gerekçelerini halka açıklama konusunda yetkileri, bazen de
görevleri olmalıdır. Bugünlerde finans ve işçi kesimleri uluslararası
toplantılar düzenlemektedirler; ancak, bu yöntemi çok yaygınlaştırmalı ve
değişik ülkelerde aynı anda uygulanacak önlemler üzerinde sürekli olarak
çalışacak uluslararası bir sekreterya oluşturmalıdırlar. Dünya tarım
kuruluşları birbirleriyle doğrudan müzakereler yapmak ve ortak bir politika
belirlemek için bir araya gelmelidir. Diğer konularda da benzer çalışmalar
yapılabilir. Demokratik parlamentolardan vazgeçmek arzu edilecek birşey
değildir; olanağı da yoktur. Çünkü, alınan önlemler başarıya
ulaşacaksa uzmanlarca tartışılıp yayınlanmalı ve sıradan vatandaşın
benimseyip kabullenebileceği bir nitelik taşımalıdır. Ancak günümüzde, çoğu
konuda, sıradan vatandaşın uzmanların etraflıca değerlendirilmiş
düşüncelerinden haberleri yoktur; uzmanların hepsinin ya da çoğunluğunun
bir görüş üzerinde birleşmesini sağlayacak mekanizma da pek yoktur.

  Özellikle de kamu görevlileri bazı durumlar ve politik olmayan yöntemler
dışında, görüşlerini halka açıklamaktan men edilmişlerdir. Eğer kararlar
uluslararası müzakereler sonucunda, uzmanlarca alınırsa, bu kişiler
parti kademelerini aşarlar ve aralarında, şimdi olağan sayılandan çok daha
az fikir ayrılığı olduğu görülür. İnanıyorum ki, örneğin uluslararası
sermaye ve işçi kesimleri karşılıklı güvensizliklerini aşabilirlerse,
gerçekleştirilmesi şu anda ulusal parlamentoların yıllarını alacak olan ve
dünyayı sınırsız ölçüde iyiye götürecek olan bir program üzerinde
anlaşabilirler. Birlikte hareket ettikleri takdirde onlara direnmek de
zordur.

  İnsanlığın birçok önemli ortak çıkarı vardır; ancak, mevcut politik
mekanizma, değişik uluslar ve çeşitli partiler arasındaki iktidar mücadelesi
sonucu ortaya çıkan karmaşa, onları karanlıkta bırakmaktadır. Hiçbir yasal
veya yapısal değişiklik gerektirmeyen ve gerçekleştirilmesi
çok zor olmayan farklı bir mekanizma, ulus ve parti hırslarını yok eder;
dikkatleri düşmanlara zararlı olacak kararlar üzerinde değil, herkese
yararlı olacak kararlar üzerinde toplar. Uygarlığı halen tehdit etmekte
olan tehlikeden çıkış yolunun yukarıda belirtilen doğrultularda hareket
etmekle bulunacağını sanıyorum; yurt içinde parti hükümetleri, yurt dışında
da dışişleri diplomasisi ile değil. Bilgi ve iyi niyet olsa da, kendilerini
duyuracak uygun araçlara sahip oluncaya kadar, bunların ikisi de aciz
kalmaktadır.

  Özgür Düşünce ve Resmi Propaganda (1922 Moncure Conway konferansı)

  Bugün onuruna toplanmış olduğumuz Moncure Conway yaşamını iki amaca
vakfekmişti: düşünce özgürlüğü ve bireyin özgürlüğü. O zamandan bu yana
bu iki konuda bazı şeyler kazanılmış, ancak bazı şeyler de kaybedilmiştir.
Geçmiş dönemlerdekinden biraz değişik şekillerde olmakla beraber bugün bazı
yeni tehlikeler bu iki tür özgürlüğü tehdit etmektedir; ve bunları savunacak
güçlü ve uyanık bir kamuoyu oluşturulamazsa, bundan yüz yıl kadar
sonra, her iki özgürlükten de şimdikine göre çok daha azı kalmış olacaktır.
Bu makalede yeni tehlikeleri vurgulamak ve onlarla nasıl başa
çıkılacağını tartışmak istiyorum.

  Önce, "özgür düşünce" ile ne kastettiğimizi açığa kavuşturmaya çalışalım.
Bu deyimin iki anlamı vardır. Dar anlamıyla, geleneksel dinsel
dogmaları kabul etmeyen düşünce demektir. Bu anlamda, hıristiyan veya
müslüman veya budist veya şintoist olmayan; ya da herhangi bir akideyi
benimsemiş bir topluluğun üyesi olmayan bir kimse "özgür düşünür"dür.
Hırıstiyan ülkelerde "özgür-düşünür" diye, Tanrı'ya kesin bir
şekilde inanmayan insana denir; ancak bu nitelik budist bir ülkede insanı
"özgür-düşünür" yapmaya yeterli değildir.

  Bu anlamdaki özgür düşüncenin önemini küçümsemek istemiyorum. Ben şahsen
bilinen dinlerin hiç birini kabul etmem ve her tür dinsel
inancın giderek yok olmasını ümidederim. Dinsel inancın, sonuçta yarar
sağladığına inanmıyorum. Bazı zamanlarda ve bazı durumlarda birtakım
yararlı etkiler yapmış olduğunu kabul etmekle beraber, insan aklının
bebeklik dönemine, şimdi geride bırakmaya başladığımız bir evresine
ait olduğu kanısındayım.

  "Özgür düşünce"nin bir de, daha da önemli bulduğum, daha geniş bir anlamı
vardır. Geleneksel dinlerin yol açtığı zararlar bu geniş anlamdaki özgür
düşünceyi engellemiş olmalarıyla bağıntılıdır. Bu geniş anlam, dar anlam
kadar kolaylıkla tanımlanamaz; özüne varmak için biraz zaman harcamak
yerinde olur.

  "Özgür" olan bir şeyden söz ederken onun hangi şeyden özgür olduğunu
belirtmezsek söylediklerimizin taşıdığı anlam belirsizleşir. "Özgür" olan
şey veya kişi bir dış zorlamayla karşı karşıya değildir. Ne demek
istediğimize kesinlik kazandırmak için de bu dış zorlamanın ne
türden olduğunu belirtmemiz gerekir. O halde düşünce, çoğu zaman var olan
birtakım dış yönlendirici etkenlerden bağımsız ise özgür olur.

  Düşüncenin özgür olabilmesi için yok olmaları gereken yönlendirici
etkenlerin bazıları kendilerini açıkça gösterirler; bazıları ise daha
yanıltıcı ve belirsiz, daha karmaşıktırlar.

  En belirgin olanlarından başlayalım: bazı fikirleri benimsemek veya onlara
karşı olmak; ya da bazı konularda birşeye inandığımızı veya inanmadığımızı
dile getirmek ceza yaptırımlarına yol açıyorsa düşünce "özgür" değildir. Bu
ilkel tür özgürlük bile bugün çok az ülkede vardır. İngiltere'de,
küfür yasalarına göre, hırıstiyan dinine inançsızlığı dile getirmek yasalara
aykırıdır -her ne kadar uygulamada varlıklı kişiler için bu yasa işletilmese
de. İsa'nın pasif direniş konusundaki öğütlerini öğretmek de yasalara
aykırıdır. O halde, bir kimse eğer suçlu durumuna düşmek istemiyorsa, İsa'nın
öğretilerine inandığını kabul etmeli, ama bu öğretilerin ne olduğunu
söylemekten kaçınmalıdır.

  Amerika'da hiç kimse anarşiye ve poligamiye karşı olduğunu kesin biçimde
beyan etmeden ülkeye giremez; girdikten sonra, komünizme inanmaktan
da vazgeçmesi gerekir. Japonya'da Mikado'nun tanrısallığına inanmamak yasaya
aykırıdır. Görülüyor ki dünya çevresinde yapılacak yolculuk tehlikeli bir
yolculuktur. Bir müslüman, bir Tolstoy yanlısı, bir bolşevik veya bir
hıristiyan bir yerde suçlu durumuna düşmeden veya önemli gerçekler
saydığı şeyler hakkında dilini tutmadan böyle bir yolculuk yapamaz. Doğaldır
ki bu kural yalnızca güverte yolcularına özgüdür; yoksa kamara yolcuları
istedikleri şeylere inanabilirler; yeter ki patavatsızca saldırılarda
bulunmasınlar.

  Görülüyor ki, eğer düşünce özgür olacaksa bunun ilk koşulu düşünceyi
açıklamaya karşı konmuş olan yasal cezaların kaldırılmasıdır. Her ne
kadar çoğu öyle düşünmüyorsa da, büyük ülkelerin hiç biri henüz bu düzeye
erişmemiştir. Halen kovuşturma konusu olan fikirler topluma öylesine
korkunç ve ahlaksızca geliyor ki, genel hoşgörü ilkesinin onlar için geçerli
olması düşünülemez. Ancak bu Engizisyon işkencelerine yol açan bir bakış
açısının aynısıdır. Bir zamanlar protestanlık şimdiki bolşeviklik kadar günah
sayılıyordu. Bu söylediklerimden dolayı benim bir protestan ya da bolşevik
olduğum sonucunu lütfen çıkarmayınız.

  Bütün bunlara karşın çağdaş dünyada yasal cezalar düşünce özgürlüğüne
engel olan şeylerin en önemsizidir. İki büyük engel ekonomik cezalar ve
kanıtların çarpıtılmasıdır. Eğer bir fikrin açıklanması insanın geçimini
kazanmasını olanaksız kılıyorsa düşüncenin özgür olmadığı açıktır. Eğer bir
tartışmada taraflardan birinin bütün argümanları sürekli olarak olabildiğince
çekici gösteriliyor, karşı tarafta olanlarınki ise ancak büyük çabalarla
ortaya konabiliyorsa, yine düşüncenin özgür olmadığı açıktır. Bu iki engel
özgürlüğün son sığınağı olan (ya da olmuş olan) Çin'in dışında, bildiğim
bütün büyük ülkelerde mevcut bulunuyor. Şimdi bu engeller üzerinde; bunların
günümüzdeki boyutları, büyüme olasılıkları ve hafifletilme olasılıkları
üzerinde durmak istiyorum.

  Eğer düşünce inançlar arası rekabete açıksa, yani bütün inançlar açıkça
dile getirilebiliyor ve hiçbir yasal veya parasal çıkara ya da
kayba konu olmuyorsa düşünce özgürdür diyebiliriz. Bu, değişik nedenlerle,
tam olarak gerçekleşemeyecek bir idealdir; ama yine de, ona şimdi olduğundan
çok daha fazla yakınlaşma olanağı vardır.

  Kendi yaşamımdaki üç olay, günümüz İngilteresinde, terazinin hırıstiyanlık
kefesinin nasıl ağır bastığını göstermeye yardım edecektir.
Bunlardan söz etmemin nedeni, çoğu kimsenin, agnostik (Maddi şeyler dışında,
Tanrı hakkında hiçbir şey bilinemeyeceği yolundaki düşünce sistemi. (Ç.N))
fikirlerini açıkça söyleyenlerin hala karşılaştıkları olumsuzlukların hiç
farkında olmamasıdır.

  İlk olay yaşamımın ilk dönemlerine aittir. Babam bir özgür-düşünürdü. Ben
daha üç yaşındayken ölmüş. Boş-inanlara bağlı olmadan yetişmemi istediğinden
iki özgür-düşünürü bana vasi tayin etmiş. Ancak mahkeme onun vasiyetini bir
yana bırakıp benim hıristiyan inancına göre eğitilmemi sağlamış. Korkarım
sonuç beklendiği gibi olmadı; ancak bu yasanın suçu değildir. Eğer benim bir
İsa veya Muggleton yanlısı olarak, ya da Seventh Day Adventist (protestanlığın
bir mezhebinin İsanın dünyaya gelmesinin yakın olduğuna inanan kolu.)
olarak yetiştirilmemi isteseydi, ona engel olmak mahkemenin aklından bile geçmezdi.
Bir baba her türlü boş-inanın kendi ölümünden sonra çocuklarına aşılanmasına
izin verebilir; ama boş-inandan, olanak varsa, uzak tutulmalarını söylemeye
hakkı yoktur.

  İkinci olay 1910'da oldu. O tarihte bir liberal olarak Parlamento
seçimlerine katılmak istedim. Parti yöneticileri de beni bir seçim bölgesi
için önerdiler. Liberaller Birliği'nde yaptığım konuşma olumlu karşılandı.
Bu durumda adaylığımın kabulü kesin görünüyordu. Ancak ben küçük bir parti
yetkili kurulu toplantısında agnostik olduğumu doğruladım. Bana bunun açığa
çıkıp çıkmayacağı sorulduğunda, duyulmasının olası olduğunu söyledim. Ara
sıra kiliseye gitmeye istekli olup olmayacağım soruldu; olmayacağımı söyledim.
Sonunda başka bir adayı seçtiler; o da beklendiği gibi seçimi kazandı. O
günden bu yana Parlemento'dadır ve şimdiki (1922) hükümetin de bir üyesidir.

  Üçüncü olay bundan hemen sonra yer aldı. Cambridge Üniversitesi'nde Trinity
College'e okutman olarak çağrıldım; fellow olarak değil. Aradaki fark parasal
değildir. Fellow fakültenin yönetiminde söz sahibidir ve çok ağır ahlaki
suçlar dışında sözleşme süresince işten çıkarılamaz. Bana fellow'luk teklif
edilmemesinin nedeni dinci grubun, muhaliflerinin oylarının artmasını
istemeyişiydi. Sonunda, savaş konusundaki görüşlerimden hoşlanmayarak
1916'da işime son verdiler. Geçimim için okutmanlığa bağımlı olsaydım
açlıktan ölmüştüm.

  Bu üç olay günümüz İngilteresinde bile özgür-düşünür olduğunu
açıklayanların karşılaştıkları çeşitli olumsuzlukları göz önüne sermektedir.
Özgür-düşünür olduğunu açığa vuran başka kimseler de, çoğu kez çok daha
ciddi nitelikte olan benzer olayların örneklerini verebilir. Açık
sonuç şudur ki, mali durumları iyi olmayan insanlar dinsel inançları
konusunda açık sözlü olmaya cesaret edemezler.

  Kuşkusuz, özgürlüğün tam olmadığı tek alan, ve hatta başlıca alan, din ile
sınırlı değildir. Komünizm veya serbest aşk yanlısı bir inanç, kişiyi
agnostisizmden çok daha fazla engeller. Böyle görüşlere sahip olmak bir
kusurdur; lehlerindeki argümanları ortaya koymak ise çok daha güçtür.
Öte yandan, bunların olumlu ve olumsuz yönleri Rusya'da tam tersinedir;
ateist, komünist, özgür aşk yanlısı olduğunu beyan etmekle rahat bir
yaşama erişilir, güç kazanılır; bu görüşlere karşıt propaganda olanağı ise
hiç yoktur. Sonuçta, Rusya'dan bazı fanatikler aslında çok kuşku götüren
bazı önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler. Bu arada, dünyanın
geri kalan bölümünde başka bazı fanatikler de aynı ölçüde kuşku götüren,
taban tabana zıt önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler. Böyle bir
durumun, her iki tarafta da savaşı, öfkeyi ve zulmü körüklemesi kaçınılmaz
olmaktadır.

  William James "inanma arzusu" konusunda öğütler vermiştir. Ben, şahsen
"kuşku duyma arzusu"nu öğütlemek isterdim. İnançlarımızın hiçbiri tam
olarak doğru sayılmaz; hepsinde en azından bir belirsizlik, bir hata gölgesi
mevcuttur. İnançlarımızdaki doğruluk payını artırma yöntemlerini
herkes bilir. Bunlar da, ilgili bütün tarafları dinlemek, konuya ilişkin
bütün olguları saptamaya çalışmak, karşıt görüşte olan kişilerle tartışarak
kendi önyargılarımızı kontrol altında tutmak ve yetersiz olduğu ortaya çıkan
herhangi bir hipotezi bir yana bırakmaya kendimizi alıştırmaktır. Bu
yöntemler bilimde uygulanmaktadır ve bilimsel bir bilgi birikimini
oluşturmakta başarılı olmuşlardır.

  Bakış açısı gerçekten bilimsel olan bir bilim adamı günümüzde bilimsel
bilgi sayılan şeylerde, keşiflerin gelişmesiyle düzeltmelere gerek olacağını
tereddütsüz kabul eder. Ama yine de bu bilgi, tümüyle olmasa da, günlük
uygulamada yararlanma bakımından, gerçeğe yeterince yakındır. Gerçek
bilgiye en yakın şeylerin yalnız bilim alanında bulunabilmesine rağmen,
bilimcilerin tutumu kuşku doludur ve zamanla değişebilir.

  Din ve politikada ise tam tersi söz konusudur; bilimsel bilgi denebilecek
hiç bir şey olmadığı halde, herkes dogmatik bir inanca sahip olmaya
kendini zorunlu hisseder ve bu inancın açlık, hapis, savaş pahasına
desteklenmesi ve farklı düşüncelerle tartışmalı rekabetten korunması
gerektiğine inanır. Eğer bu konularda insanlara geçici olarak agnostik
düşünce yapısı benimsetilebilseydi çağdaş dünyadaki kötülüklerin onda
dokuzuna çare bulunabilirdi. Savaşlar da olanaksız olurdu; çünkü her iki
taraf da hataların karşılıklı olduğunu görürdü. Zulüm sona ererdi. Eğitim
zihni daraltmayı değil, genişletmeyi amaçlardı.

  Kişiler, yöneticilerin irrasyonel duygularını kabul ettikleri için değil, o
işin ehli oldukları için işe alınırlardı. Rasyonel kuşku tek başına, eğer
oluşturulabilseydi, kıyamet öncesinde geleceğine inanılan, İncil'deki bin
yıllık refah çağını getirmeye yeterli olabilirdi.

  Son yıllarda, görecelik teorisi ve onun bütün dünyada gördüğü kabul, bize,
bilimsel kafanın doğası hakkında parlak bir örnek vermiştir. Savaş
karşıtı bir Alman-İsviçreli-musevi olan Einstein savaşın ilk yıllarında
Alman hükümetince araştırmacı profesör olarak atanmıştı. Onun güneş tutulması
hakkındaki hesaplamaları Ateşkes'ten hemen sonra, 1919'da, bir İngiliz gözlem
heyeti tarafından doğrulandı. Teorileri geleneksel fiziğin bütün teorik
yapısını altüst etti; geleneksel dinamiğe indirdiği darbe hemen hemen Darwin'in
Yaradılış'a indirdiği darbe ölçüsünde şiddetli oldu. Kanıtların da teorisini
desteklediğinin görülmesi üzerine bütün fizikçiler bu teoriyi hemen benimsediler.
Ancak bu fizikçilerin hiç biri, özellikle de Einstein'ın kendisi, onun
söylediklerinin bir son söz olduğunu iddia etmedi. Einstein, sonsuza kadar
ayakta kalacak bir dogma anıtı dikmedi. Çözemediği bazı sorunlar hala var.
Onun savları da, zamanı gelince, Newton'unkiler gibi, muhakkak
bazı değişikliklere uğrayacak. Bilimin gerçek tutumu da dogmatik olmayan bu
eleştirel yaklaşımdır.

  Eğer Einstein din ve politika alanında, aynı ölçüde yeni olan birşeyler
öne sürseydi ne olurdu? İngilizler onun teorisinde Prusyalılık
öğeleri bulurlar, yahudi düşmanları buna bir siyonist entrika olarak bakarlar,
bütün ülkelerdeki milliyetçiler de bu teoride korkakça bir barışseverliğin
izlerini sezip onun askerlikten kaçmak için bir bahane olduğunu ilan
ederlerdi. Bütün eski kafalı profesörler ise, yazdıklarının yurda sokulmasını
yasaklatmak için Scotland Yard'a başvururdu. Onun tarafını tutan öğretmenler
işten atılırdı. Bütün bunlar olurken o da geri kalmış bir ülkenin hükümetini
ele geçirir, orada kendisininki dışında bir doktrin öğretilmesinin yasalara
aykırı sayılmasını sağlardı; böylece doktrini de kimsenin anlamadığı gizemli
bir dogmaya dönüşürdü.

  En sonunda doktrinin doğru veya yanlış olduğu, yanında ve karşısında
toplanan yeni kanıtlarla değil, savaş alanlarında saptanırdı.
Bu yöntem William James'in, "inanma arzusu" kavramının mantıksal bir
sonucudur. Gerekli olan ise inanma arzusu değil, tam tersi olan öğrenme
arzusudur.

  Eğer rasyonel kuşku koşulunun iyi bir şey olduğu kabul ediliyorsa, dünyada
bu kadar çok irrasyonel kesinliğin var olma nedenlerinin araştırılması büyük
önem kazanır. Bu kesinliğin büyük kısmı, normal insanda var olan irrasyonellikten
ve safdillilikten kaynaklanır. Ancak doğuştan var olan bu zihinsel ilk-günah
tohumu başka faktörlerce de beslenip geliştirilir. Bu faktörlerden üçü içlerinde
en etkili olanlarıdır: eğitim, propaganda, ekonomik baskı.

  (1) Eğitim. Gelişmiş bütün ülkelerde ilk öğretim devletin sorumluluğundadır.
Öğretilenlerden bazılarının doğru olmadığı, onları düzenleyen yetkililerce
de bilinir. Yine birçoğunun yanlış olduğu, en azından kuşku götürür olduğu,
önyargısız herkes tarafından bilinir. Tarih eğitimini ele alalım.
Tarih ders kitaplarında her ulus yalnızca kendini yüceltmeyi amaçlar. Bir
kimse kendi yaşam öyküsünü yazarsa, ondan biraz alçakgönüllü olması
beklenir; ama bir ulus kendi yaşamını yazarken, övüncün ve aşırı kendini
beğenmişliğin artık sınırı yoktur. Benim çocukluğumda okul kitapları
Fransızların fesat, Almanların erdemli olduğunu öğretirdi; şimdi tam tersini
öğretiyorlar. Her iki durumda da gerçeğe en ufak bir saygı gösterilmemektedir.
Waterloo Savaşı hakkındaki Alman kitaplarında, Wellington'un (Wellington Dükü
(1769-1852): Napolyon'a karşı yapılan Waterloo Savaşı'nda İngiliz komutan,
general; daha sonra başbakan. (Ç.N.)) savaşı hemen hemen kaybettiği bir
sırada Blücher'in (Gebhard Leberecht von Blücher (1742-1819): Waterloo
Savaşında Prusyalı general. (Ç.N.)) gelip durumu kurtardığı anlatılır;
İngiliz kitaplarında da Blücher'in pek önemli bir rol oynamadığı. Bu İngiliz
ve Alman kitaplarının yazarları gerçeği söylemediklerini kendileri de
bilirler. Amerikan okul kitapları eskiden aşırı derecede İngiliz
karşıtıydılar; savaştan bu yana aynı ölçüde İngiliz yanlısı oldular.

  Her iki durumda da amaçlanan şey gerçek değildi. Başlangıçta olduğu gibi
şimdilerde de amaç Birleşik Amerika'da karışık kökenli göçmen çocukları
kütlesini "iyi Amerikalı"ya dönüştürmek olmuştur. Bir "iyi Alman" veya bir
"iyi Japon" gibi, bir "iyi Amerikalı"nın da daha çok kötü bir insan olması
gerektiği kimsenin aklına gelmez. "İyi Amerikalı" dünyadaki en güzel ülkenin
Amerika olduğu ve her kavgada coşkuyla desteklenmesi gerektiği inancıyla
şişirilmiş bir kadın ya da bir erkektir. Bu önermelerin doğru olması da
pekala olasıdır; o zaman rasyonel hiç kimse ona karşı gelmez. Ancak, eğer
doğru iseler yalnız Amerika'da değil her yerde öğretilmelidirler. Bu tür
önermelere, yücelttikleri ülkeler dışında hiçbir yerde inanılmaması kuşku
uyandırıcı bir durumdur. Bu arada, bütün ülkelerde devlet mekanizmaları
savunmasız çocukların böyle saçma önermelere inandırılması yolunda
işletilmektedir. Bunun sonucu, bu çocukları doğruluk ve hak uğruna
savaştıkları sanısıyla, sinsi çıkarları korumak uğruna ölmeyi göze almaya
hazır yapmaktır.

  Bu da eğitimi gerçek bilgi vermek yerine, insanların efendilerinin
arzularına boyun eğmesini sağlayacak şekilde düzenlemenin sayısız yollarından
birisidir. İlkokullarda inceden inceye düzenlenen bir kandırmaca sistemi
olmadan, demokrasinin kamuflajını korumak olanaksız olurdu.

  Eğitim konusunu bitirmeden önce Amerika'dan bir örnek daha vereceğim.
-Amerika'nın öteki ülkelerden daha kötü olması nedeniyle değil; onun, en
çağdaş ülke olması ve oradaki tehlikelerin hafiflemek yerine ağırlaşma
eğilimi göstermeleri nedeniyle. New York eyaletinde, tümüyle özel sermaye
ile desteklense bile, eyalet izni alınmadan okul açılamaz. Yeni çıkan bir
yasa "iş başındaki hükümetlerin kuvvet, şiddet veya yasal olmayan yollar ile
düşürülmesini öğütleyen doktrinlerin öğretilmesine eğitim programları içinde
yer verdiği anlaşılan" hiç bir okula bu iznin verilmemesini hükme bağlamıştır.
The New Republic dergisi, iş başındaki hükümet derken, şu veya bu hükümet
diye bir sınırlama yapılmadığına dikkat çekmektedir. Bu nedenle, savaş
sırasında Kaiser hükümetinin güç kullanarak devrilmesini veya, daha sonra,
Sovyet hükümetine karşı Kolchak ve Denikin'in desteklenmesini öğreten
doktrin de, bu yasaya göre, illegal olacaktır. Bu tür sonuçlar,
kuşkusuz, amaçlanmamış, sadece kötü kaleme alınma yüzünden ortaya çıkmıştı.

  Gerçekte neyin amaçlanmış olduğu, devlet okullarındaki
öğretmenlerle ilgili olarak aynı dönemde çıkarılan bir başka yasadan
anlaşılmaktadır. Bu yasa devlet okullarında öğretmenlik yapmak için gerekli
olan izin belgelerinin yalnızca "eyalet ve Birleşik Devletler hükümetlerine
sadık ve itaatkar" olduklarını tatmin edici bir şekilde kanıtlayan" kişilere
verileceğini; nerede ve ne koşulla olursa olsun "eyaletin ya da Birleşik
Devletler'in hükümet şeklinden farklı bir hükümet şeklini" savunanlara
verilmeyeceğini hükme bağlamaktadır. The New Republic dergisinde
yer alan alıntıya göre, bu yasaları hazırlayan komite "şimdiki sosyal
sistemi onaylamayan öğretmenin işe devam etmemesi" ve "sosyal değişiklik
teorilerine karşı koymaya amade olmayan kimselere, genç ve yaşlı insanları
vatandaşlık sorumluluğuna hazırlama görevinin emanet edilmemesi" kuralını
koymuştur.

  Demek oluyor ki, New York eyaletinin bu yasasına göre, ne
İsa ne de George Washington, ahlaki yönden uygun kimselerdir. İsa New York'a
gidip "Küçük çocukların bana gelmesine izin verin," deseydi New York
Okullar Yönetim Kurulu başkanından şu yanıtı alırdı: "Bayım, sosyal değişim
teorilerine karşı koymaya istekli olduğunuzun hiçbir kanıtını göremiyorum.
Üstelik bana söylendiğine göre siz, kendi deyiminizle, semavi
krallık diye bir şeyi savunuyormuşsunuz. Halbuki, Tanrı'ya şükürler olsun,
bu ülke bir cumhuriyettir. Görülüyor ki sizin semavi kırallığınızın hükümet
şekli New York eyaletininkinden esaslı şekilde farklıdır. Bu nedenle, hiçbir
çocuğun size gelmesine izin verilemez." Eğer başkan böyle bir yanıt vermekte
kusur ederse, yasanın uygulanmasından sorumlu bir görevli olarak,
görevini yerine getirmemiş olurdu.

  Bu tür yasaların etkileri çok ciddidir. New York eyaletindeki hükümet
şekli ve sosyal sistemin bu gezegende var olmuş olanlarının en iyisi
olduğunu kabul etsek bile, her ikisinin de daha iyi hale gelmesi olanaklı
olabilir. Çok aşikar olan bu savı kabul eden bir kişinin bir eyalet
okulunda öğretim yapması yasal olarak olanaksızdır. Görüldüğü gibi, yasa
öğretmenlerin ya iki yüzlü, ya da aptal olmalarını emretmektedir.
New York yasası otoritenin tek bir örgüt elinde toplanmasının giderek
artmakta olan tehlikesine bir örnek oluşturmaktadır; bu örgütün bir
devlet, bir vakıf ya da bir vakıflar federasyonu olması farketmez. Eğitim
konusunda otorite, benimsemediği doktrinlerin gençlerce duyulmasını
engelleyebilen devletin elindedir. Demokratik bir devletin halktan pek farkı
olmadığını düşünen kişilerin hala var olduğunu sanıyorum. Ancak bu bir
hayalden başka bir şey değildir.

  Devlet değişik amaçlarla bir araya gelmiş olan ve statüko korunduğu sürece iyi bir gelir elde eden
çeşitli görevlilerden oluşan bir topluluktur. Statükoda isteyebilecekleri
tek değişiklik bürokrasinin genişlemesi ve gücünün artmasıdır. Bu nedenle,
örneğin savaşların yarattığı heyecanı fırsat bilip, kendilerine karşı
gelenleri açlığa mahkum etme hakkı da dahil olmak üzere, emirleri
altındaki kimseler üzerinde engizisyon benzeri güçler elde etmeleri
doğaldır. Zihinsel konularda, örneğin eğitimde, bu durum bir felakettir;
gelişme, özgürlük ve entellektüel girişim olanaklarını kökünden yok eder.
Bütün bunlar ilköğretimi tümüyle tek bir örgütün idaresine bırakmanın doğal
sonucudur.

  Dinsel hoşgörüye, bir ölçüde erişilmiştir; çünkü artık insanlar dini
eskiden sanıldığı kadar önemli bulmamaya başlamışlardır. Bir zamanlar
dinin işgal ettiği yeri alan politika ve ekonomi alanlarında gittikçe artan,
ve şu veya bu parti ile sınırlı olmayan bir cezalandırma eğilimi başgöstermiştir.
Rusya'da düşünceye yapılan baskı bütün kapitalist ülkelerdekinden çok daha
ağırdır.

  Petersburg'da, daha sonraları yoksulluktan ölen ünlü Rus ozanı Alexander
Block ile tanışmıştım. Bolşevikler onun estetik dersleri vermesine izin
vermişlerdi; ancak konuyu "Marx'çı bakış açısından" öğretmesi koşulundan
şikayet ediyordu.

  Ritm teorisinin Markisizmle olan bir bağıntısını bulmakta zorlanıyordu;
yine de, açlıktan ölmemek için, elinden geleni yapmaya çalışmıştı. Doğal
olarak, bolşeviklerin iktidara gelmesini izleyen uzun yıllar boyunca
rejimlerinin temelini oluşturan dogmaları herhangi bir şekilde eleştiren
bir şey yayınlamak olanaksızdı.

  Amerika ve Rusya örnekleri, varmakta olduğumuz sonucu bize açıkça
göstermektedir: insanlar politikanın önemi hakkındaki şimdiki fanatik
inançlarını devam ettirdikleri sürece, politik konularda özgür düşünce
olanaksızdır; Rusya'da olduğu gibi, özgürlük kısıtlamasının bütün öteki
alanlara yayılma tehlikesi çok büyüktür. Bizi bu felaketten ancak bir ölçüde
politik kuşkuculuk kurtarabilir.

  Eğitimden sorumlu bürokratların gençlerin eğitilmesini arzuladıkları
sanılmamalıdır. Tersine, onların sorunları, zihinsel yetenek kazandırmaksızın,
sadece bilgi aktarmaktır. Eğitimin iki amacı olmalıdır: birincisi okuma-yazma,
dil bilgisi, matematik gibi alanlarda kesin bilgiler vermek; ikincisi de,
kendi başlarına bilgi edinmeye ve sağlıklı değerlendirme yapmaya olanak
veren zihinsel alışkanlıklar kazandırmaktır. Bunlardan birincisine bilgi,
ikincisine de zeka (intelligence) diyebiliriz. Bilginin gerek teorik gerek
pratik yararlılığı, bilinen birşeydir.

  Okumuş bir halk olmadan modern devlet olanaksızdır. Ancak, zekanın sadece
teorik yararı olduğu, pratik bir yararı olmadığı kabul edilmektedir. Sıradan
kişilerin kendi başlarına düşünmeleri istenmez; çünkü düşünen insanları
yönetmek güçtür; yönetimde sorunlar çıkarırlar. Platon'un deyişiyle, yalnız
yöneticiler düşünmeli, geri kalanlar sadece itaat etmeli, koyun sürüsü gibi
liderlerini izlemelidirler. Bu doktrin, siyasal demokrasinin kabulünden sonra
da, çoğu kez bilinç-dışında varlığını sürdürmüş ve bütün ulusal eğitim
sistemlerini temelden sarsmıştır.

  Zekayı geliştirmeden bilgi vermeyi en iyi başaran ülke çağdaş uygarlığa
son katılan ülke olan Japonya'dır. Japonya'daki ilköğretimin
eğitim açısından övgüye değer olduğu söylenir. Ancak, bilgi vermenin yanısıra,
Mikado'ya tapmayı öğretmek gibi bir başka amacı daha vardır; bu da, günümüzde
çağdaşlaşma öncesi Japonyasında olduğundan çok daha güçlü bir itikattır.
Böylece, okullar aynı zamanda hem bilgi vermek hem de boş-inanı geliştirmek
için kullanılmış olmaktadır. Biz Mikado'ya tapmaya pek hevesli olmadığımız
için, Japon eğitiminde nelerin abes olduğunu açıkça görebiliyoruz. Bizim
ulusal boş-inanlarımız bize doğal ve akla uygun geliyor. Bu nedenle onları
Japon boş-inanını değerlendirdiğimiz gibi değerlendirmiyoruz. Fakat, dünyayı
dolaşmış bir Japon, bizim okullarımızda, Mikado'nun tanrı olduğu inancı
kadar akla ters düşen boş-inanlar öğretildiğini söylerse, sanırım yerinde
bir gözlem yapmış olur.

  Ben şimdilik bu duruma çare aramıyorum; sadece hastalığa bir tanı koymak
istiyorum. Eğitimin, rasyonalizmin ve düşünce özgürlüğünün
önündeki başlıca engellerden biri olması gibi paradoksal bir durumla karşı
karşıyayız. Bu durum, temel olarak devletin eğitim tekelini elinde
tutması yüzünden ortaya çıkmaktadır; ancak bu yegane neden değildir.

  (2) Propaganda. Bizim eğitim sistemimiz okuyabilen, ancak çoğunlukla
olayları değerlendirmeyi ve bağımsız bir görüş edinmeyi beceremeyen gençler
yetiştirir. Daha sonra, bu genç insanlar, yaşamları süresince, onları her
türlü saçma önermelere inandırmaya yönelik ifadelerin saldırısına uğrarlar.
Örneğin Blanks'in hapları her türlü hastalığı iyileştirir; Spitzbergen
adaları sıcak ve verimlidir; Almanlar ölülerin cesetlerini yerler. Günümüz
politikacıları ve hükümetleri tarafından uygulandığı şekliyle
propaganda sanatı reklamcılık sanatından türemiştir. Psikoloji bilimi
reklamcılara çok şey borçludur. Bir insanın, kendi mallarının kusursuz
olduğunu ısrarla dile getirmekle birçok kişiyi onların kusursuz olduğuna
ikna etmesi, eskiden psikologlarca pek olanaklı sayılmazdı. Ancak, deneyimler
onların bu konuda yanıldıklarını ortaya koymaktadır.

  Halkın topluca bulunduğu bir yerde ayağa kalkıp dünyadaki en alçakgönüllü
insan olduğumu bir kez söylesem herkes bana güler. Ama yeterince para
bulabilirsem, ve bu sözleri bütün otobüslerde tekrarlar, demiryolları boyunca
pankartlara geçirirsem; insanlar, çok geçmeden, benim reklamdan
anormal şekilde kaçınan bir kimse olduğuma inanmaya başlarlar. Küçük bir
dükkan sahibine "Karşıdaki rakibine dikkat et: senin müşterilerini çeliyor.
Dükkandan çıkıp yolun ortasında dursan ve o seni vurmadan sen onu vurmaya
çalışsan iyi olmaz mı?" desem, dükkan sahibi benim deli olduğumu düşünür.
Fakat aynı sözleri devlet bando eşliğinde ısrarla söylerse
küçük dükkan sahipleri gayrete gelirler; sonra da, işlerinin bozulduğunu
farkedip şaşırırlar.

  Reklamcılarca başarılı olduğu saptanmış yöntemlerle yapılan propaganda,
şimdilerde, bütün gelişmiş ülkelerin yönetimlerince benimsenen yöntemlerden
biri haline gelmiştir; buna, özellikle de demokratik yollarla kamuoyu oluşturulmasında
başvurulur.

  Propagandanın, şimdi uygulandığı şekliyle, birbirinden çok farklı iki
kötülüğü vardır. Bir kere, ciddi kanıtlar öne sürmekten çok, inançlarımızın
irrasyonel kaynaklarını harekete geçirir. İkinci olarak da, para veya güç
kullanarak en çok reklam yapana haksız bir üstünlük sağlar. Bana
gelince, ben propagandanın mantıktan çok duygulara hitap ettiği konusunun
gereğinden çok abartıldığını sanıyorum. Duygu ve mantık arasındaki çizgi
bazılarının düşündüğü kadar kesin değildir. Dahası, kurnaz bir adam,
benimsenme olanağı gördüğü herhangi bir konuda, o konu lehinde yeterince
rasyonel olan kanıtlar bulabilir.

  Gerçek yaşamda karşılaşılan herhangi bir sorunda, lehte ve aleyhte geçerli
argümanlar her zaman öne sürülebilir. Gerçeğin göz göre göre saptırılmasına
haklı olarak karşı gelmek olanaklıdır; ancak gerçeğin saptırılmasına her
zaman gerek de olmayabilir. "Pears sabunu' sözcükleri, hiçbirşey iddia
etmedikleri halde insanların bu sabunu satın almalarına neden olmaktadır.
Eğer bu sözcüklerin yazıldığı yerlere onların yerine "İşçi Partisi" yazılsa,
ilan parti lehine hiçbir iddiada bulunmadığı halde, milyonlarca insan İşçi
Partisine oy vermeye yönelir. Bir anlaşmazlıktaki karşıt taraflar, ünlü
mantıkçılardan oluşan bir komite tarafından uygun ve doğru oldukları
saptanan deyimler kullanmaya yasa emriyle zorlansalar bile, propagandanın
günümüzde uygulandığı şekliyle ortaya çıkan temel sakınca yine de var
olurdu. Böyle bir yasanın olduğunu ve aynı ölçüde geçerli önerileri ileri
süren iki partiden birinin propaganda giderleri için bir milyon sterlini,
ötekinin de yüz bin sterlini olduğunu varsayalım. Daha zengin olan partinin
lehindeki kanıtların yoksul olan partinin lehine olanlara göre daha geniş
bir kütle tarafından duyulacağı açıktır. Bu nedenle de kazanan, zengin parti
olacaktır. Doğaldır ki, partilerden birisi iktidarda ise bu durum
daha da belirgin olur. Rusya'da propaganda hemen tümüyle devlet tekelindedir;
ama bu gerekli de değildir. Eğer olağanüstü kötü bir durum yoksa,
rakiplerine karşı sahip olduğu avantaj onun kazanması için genellikle
yeterlidir.

  Propagandaya yapılan itirazlar sadece onun, insanların irrasyonel
düşüncelerine seslenmesine değil, daha çok, zenginlere ve güçlülere haksız
avantajlar sağlamasına yöneliktir. Eğer gerçek düşünce özgürlüğü var olacaksa,
değişik görüşler arasında fırsat eşitliğinin olması da zorunludur;
fikirler arası fırsat eşitliği de ancak bu amaca yönelik titiz yasalarla
elde edilebilir. Bu yasaların çıkmasını beklemek için ise akla uygun hiçbir
neden yoktur. Çare, öncelikle böyle yasalarda değil, daha iyi bir eğitim ve
daha kuşkucu bir kamuoyunda aranmalıdır. Şimdilik çareler üzerinde
durmak istemiyorum.

  (3) Ekonomik Baskı. Düşünce özgürlüğü önündeki bu engelin bazı yönlerini
daha önce ele almıştım. Şimdi, bu konuyu, önleyici önlemler alınmadığı
takdirde gittikçe büyüyen bir tehlike olarak, daha genel hatlarıyla ele
almak istiyorum. Düşünce özgürlüğüne karşı ekonomik baskı uygulamanın en
çarpıcı örneği Rusya'dır.

  Rusya'da, çalışma anlaşması öncesinde devlet, düşüncelerini beğenmediği
kişileri açlığa mahkum edebilirdi; ve etti de, örneğin Kropotkin'i. (Rus
coğrafyacısı; anarşist) Ancak bu konuda Rusya öbür ülkelerden sadece
biraz daha baskındır. Fransa'da Dreyfus (Alfred Dreyfus (1859-1935): Vatana
ihanet suçuyla önce mahkum olan, sonra serbest bırakılıp hakları geri
verilen Fransız subay. (Ç.N)) davası sırasında herhangi bir
öğretmen başlangıçta Dreyfus yanlısı, işin sonunda da karşıtı ise işinden
olabilirdi. Günümüz Amerikasında Standard Petrol Şirketi'ni eleştiren bir
üniversite profesörünün, ne denli ünlü olursa olsun, iş bulabileceğini pek
sanmam. Çünkü bütün üniversite rektörleri Mr. Rockefeller'den ya mali destek
alır ya da almayı umar. Amerika'nın her yerinde sosyalistler damgalanmıştır
ve çok yetenekli değillerse, iş bulmaları son derece güçtür.

  Sanayileşmenin iyice gelişmiş olduğu yerlerde kendini gösteren, tröstlerin
ve tekellerin bütün iş kollarını kontrol etme eğilimi işverenlerin sayıca
azalmasına yol açmaktadır. Sonuçta, büyük şirketlere boyun eğmeyen kişilerin
açlığa sürüklenmesini sağlayan gizli kara-defterler tutmak gittikçe
kolaylaşmaktadır. Tekellerin güçlenmesi Rusya'daki devlet sosyalizmine
ilişkin kötülüklerin birçoğunu Amerika'da da ortaya çıkarmaktadır. Tek
işverenin devlet veya bir tröst olması kişinin özgürlüğü açısından bir fark
yaratmaz.

  Sanayileşmede en ileri ülke olan Amerika'da ve koşulları Amerika'dakilere
benzer olan öteki ülkelerde ise biraz daha az ölçüde olmak üzere,
sıradan bir vatandaş, eğer geçimini sağlamak istiyorsa bazı büyük adamların
düşmanlığını kazanmaktan kaçınmalıdır. Bu büyük adamların dinsel, siyasal,
ahlaki- bazı görüşleri vardır ve kendi çalışanlarının bunları kabul
etmelerini, en azından kabul etmiş görünmelerini beklerler. Hırıstiyanlığı
açıkça inkar eden, veya evlilik yasalarının biraz yumuşatılması gerektiğine
inanan, ya da büyük şirketlerin sahip oldukları güce karşı olan bir kişi için
Amerika, eğer çok ünlü bir yazar değilse, hiç de huzurlu bir ülke değildir.

  Ekonomik örgütlenmenin uygulamada tekelleşme noktasına vardığı bütün
ülkelerde, düşünce özgürlüğü üzerinde aynı kısıtlamaların ortaya
çıkması kaçınılmazdır. Bu nedenle, gelişen dünyamızda özgürlüklerin
korunması, serbest rekabetin gerçekten var olduğu ondokuzuncu
yüzyıla göre çok daha güçtür. Aklın özgürlüğüne önem veren herkesin bu
durumla tam olarak ve içtenlikle yüzleşmesi; sanayileşme henüz başlangıç
çağındayken yeterli olan önlemlerin artık geçersiz olduğunu anlaması gerekir.
İki basit ilke, benimsendikleri takdirde, hemen hemen bütün sosyal sorunları
çözebilir. Birincisine göre eğitimin amaçlarından biri, insanlara, sadece
doğru olduklarına dair bazı mantıksal nedenler bulunan önermelere
inanmalarını öğretmek olmalıdır. İkincisi de, bir işe adam alınırken, sadece,
o işe uygun olup olmadığına bakılması gerekliliğidir.

  Bunlardan önce ikincisini ele alalım: bir kimseye bir görev verilirken, ya
da o kişi bir işe alınırken onun dinsel, siyasal, ve ahlaki düşüncelerini
dikkate alma alışkanlığı, insanlara fikirlerinden dolayı zulmetmenin
çağdaş biçimidir; sonunda da Engizisyon kadar etkili olabilir. Eski
özgürlükler, yasal olarak var olsalar da hiçbir işe yaramazlar.
Eğer uygulamada bazı fikirler insanı açlığa mahkum ediyorsa, bu fikirlerinin
yasalarca cezalandırılmamaları pek zayıf bir tesellidir.
İngiltere Kilisesi'ne bağlı olmayan veya politikada alışılagelmişin biraz
dışında kalan fikirlere sahip insanların açlıktan ölmelerine
karşı toplumda, bir ölçüde duyarlık vardır.

  Ancak ateistlerin, Mormonların, (1830'da Amerika'da kurulmuş bir dinsel
örgütün üyeleri. (Ç.N.)) aşırı komünistlerin, serbest aşkı savunan kişilerin
toplumdan dışlanmasına karşı toplumsal bir duyarlık yok gibidir. Böyle
kişilerin zararlı oldukları, onları işe almamanın doğal olduğu kabul edilir.
İleri derecede sanayileşmiş bir ülkede, böyle bir tutumun çok etkili bir
zulüm oluşturduğunu insanlar henüz pek farketmemektedirler.

  Bu tehlike yeterince anlaşılırsa kamuoyunun harekete geçirilmesi, bir
kimsenin işe alınmasında onun inançlarının dikkate alınmaması sağlanabilir.
Azınlıkların korunmasının yaşamsal önemi vardır. Kurallara en bağlı
olanlarımız bile birgün kendilerini azınlıkta bulabilirler. O nedenle, çoğunluğun
zulmünün sınırlanmasında hepimizin yararı vardır. Kamuoyundan başka hiçbir
şey bu sorunu çözemez. Sosyalizm sorunu biraz daha belirgin hale getirir;
çünkü, ender de olsa, bazı işverenlerce sağlanabilen fırsatlar sosyalizmde
söz konusu değildir. Sanayi işletmelerinde gerçekleştirilen her büyüme,
bağımsız işveren sayısını azalttığından, durumu daha da kötüleştirir. Bu
konuda dinsel hoşgörü için verilen savaşla aynı türden bir savaş verilmelidir.
Fikirlerdeki sivriliklerin azalması bu savaşta da, öncekinde olduğu gibi,
belirleyici etken olabilir. İnsanlar katolikliğin veya protestanlığın mutlak
doğru olduğuna inanırlarken onlar uğruna zulüm yapmaktan kaçınmamışlardır.

  İnsanlar, bulundukları çağda geçerli olan inanların doğruluğundan kuşkulanmadıkları
sürece, onlar uğruna zulüm de yaparlar. Hoşgörülü olmak için, teoride olmasa
da, uygulamada bir ölçüde kuşku gereklidir. Bu da bizi eğitimin amaçları
hakkındaki ikinci ilkeye götürür.

  Eğer dünyada hoşgörü olacaksa, okullarda öğretilmesi gereken şeylerden
biri de, kanıtları değerlendirme alışkanlığı, doğru olduklarına
dair bir kanıt bulunmayan önermeleri olduğu gibi kabul etmeme alışkanlığı
olmalıdır. Örneğin, gazete okuma sanatı öğretilmelidir. Öğretmen, yıllar
önce geçmiş ve politik tartışmalara yol açmış olan bir olayı ele almalı;
çocuklara önce bir tarafı destekleyen gazetelerde yazılanları, sonra karşı
taraftakileri destekleyenlerin yazdıklarını, en sonra da gerçekten ne olup
bittiğini tarafsız bir şekilde aktaran yazıları okumalıdır. Deneyimli bir
okuyucunun her iki taraftaki önyargılı haberlerden gerçekte ne olduğunu
nasıl çıkarabileceğini göstermeli; gazetelerde yazılanların az veya çok
gerçek dışı olduğunu öğrencilerin anlamasını sağlamalıdır. Bu öğreti sonunda
edinilen kuşkuculuk, iyi niyetli insanların idealist yönlerine seslenen bu
türden soytarıların dalaverelerine karşı, ilerideki yıllarda öğrencilere
bağışıklık kazandıracaktır.

  Tarih de buna benzer bir yöntemle öğretilmelidir. Örneğin, Napolyon'un
bütün çarpışmalarda perişan ettiği -resmi bültenlere göre Müttefiklerin Paris
surlarına dayanmasıyla Paris halkını şaşkınlığa uğratan 1813 ve 1814
seferleri Moniteur'den okutulmalıdır. Daha ileri sınıflarda, ölümden
korkmamayı öğretmek için, çocuklardan Trotsky'nin Lenin'e kaç kez
suikast düzenlediğini saymaları istenmelidir.

  Son olarak da öğrencilere hükümetçe onaylanmış bir tarih kitabı verilmeli;
Fransızlarla yaptığımız savaşlar hakkında bir Fransız tarih
ders kitabında neler yazılmış olabileceğini tahmin etmeleri istenmelidir.
Bütün bunlar, bazı kişilerin kamu sorumluluğu aşılayabileceğini
sandığı, basmakalıp ahlaki sloganlardan çok daha iyi bir vatandaşlık
eğitimi sağlar.

  Sanırım, dünyadaki kötülüklerin, akıl kullanmamak kadar ahlaki kusurlardan
da kaynaklandığını kabul etmek gerekiyor. Ancak insanoğlu ahlaki kusurları
giderecek bir yöntemi şimdiye kadar bulamamıştır; vaazlar ve öğütler
eski kötülükler listesine bir de ikiyüzlülüğün eklenmesinden başka bir işe
yaramamıştır. Buna karşılık, akıl kullanmak, işinin ehli her eğitimcinin
bildiği yöntemlerle kolayca geliştirilebilecek bir özelliktir. Bu nedenle,
erdemli olmayı öğretecek bir yöntem keşfedilinceye kadar,
ilerleme ahlaktan çok aklın geliştirilmesinde
aranmalıdır. Rasyonalizmin önündeki başlıca
engellerden biri de kolayca kandırılabilir olmak
ve bu anlamdaki bir saflıktır; bu da yaygın kandırma
yöntemlerinin öğretilmesiyle büyük ölçüde giderilebilir.
Günümüzde bu türden saflık eskiye göre çok daha önemli bir
illet haline gelmiştir ve büyük bir sakıncadır. Çünkü eğitimin
yaygınlaşmasıyla haber yaymak da çok daha kolaylaşmış; demokrasi
sayesinde yanlış haberler çıkarılması iktidardakiler için daha büyük bir
önem taşır olmuştur. Gazete tirajlarındaki artışın nedeni de budur.

  Eğer, bu iki ilkenin, yani (1) işlerin insanlara yalnızca o işi yapma
yetilerine bakılarak verilmesi, (2) eğitimin insanları, kanıtı olmayan
önermelere inanma alışkanlığından kurtarmayı amaçlaması ilkelerinin bütün
dünyada kabulünün nasıl sağlanacağı sorulursa, bunun yalnızca aydın bir
kamuoyu oluşturulmasıyla gerçekleşebileceğini söyleyebilirim. Aydın bir
kamuoyu da ancak onun var olmasını isteyenlerin çabalarıyla oluşturulabilir.
Sosyalistlerin öne sürdükleri ekonomik değişikliklerin, söz etmekte olduğumuz
sakıncaları gidermek konusunda, kendi başlarına etkili olacaklarını
sanmıyorum. Kanımca kamuoyu, işverenin, işçisinin iş dışındaki yaşamına
karışmamasında ısrarlı olmadığı sürece, politikada ne olursa olsun, ekonomik
kalkınma düşünce özgürlüğünü daha da zorlaştıracaktır. Eğer istenirse,
eğitim özgürlüğü, devletin işlevini denetleme ve ödenek sağlama ile
sınırlayarak, denetimi de kesin şeylerin öğretimine hasretmekle kolaylıkla
sağlanabilir.

  Ancak bugünkü koşullarda bu da, eğitimi kilisenin ellerine bırakmak demek
olur; çünkü, ne yazık ki, onların kendi inançlarını öğretme arzusu,
özgür-düşünürlerin kuşkularını öğretme arzusundan çok daha kuvvetlidir.
Ancak böyle bir uygulama yine de özgür bir ortam yaratır ve eğer gerçekten
isteniyorsa, açık fikirli bir eğitime olanak sağlar. Bundan fazlası da
yasalardan beklenmemelidir.

  Bu makale boyunca bilimsel bakış açısının yaygınlaştırılması konusunu
savundum. Bu da, bilimsel sonuçların bilinmesinden çok farklı birşeydir.
Bilimsel görüş insanlığı yeni baştan şekillendirmeyi olanaklı kılar ve bütün
sıkıntılarımıza bir çıkış yolu sağlar. Makineleşme, zehirli gazlar,
çığırtkan basın gibi bilimin getirdiği bazı şeyler bütün uygarlığımızı yerle
bir edecek gibi görünüyor. Bu, bir Marslının aldırmadan gülümseyerek
seyredeceği bir çelişki olabilir; ancak, bizim için bir ölüm-kalım sorunudur.
Torunlarımızın daha mutlu bir dünyada mı yaşayacakları,
yoksa birbirlerini bilimsel yöntemlerle yokedip
insanlığın kaderini Papualılara mı bırakacakları,
bu sorunun çözümüne bağlıdır.

  Toplum İçinde Özgürlük

  Topluluklar halinde yaşayan insanlar için özgürlük ne ölçüde olanaklı ve
ne ölçüde arzu edilir bir şeydir? Bu genel sorun üzerinde durmak
istiyorum.

  Konuya tanımlarla başlamak yerinde olacaktır. "Özgürlük" birçok anlamda
kullanılan bir sözcüktür; tartışmanın yararlı olması için bunlardan biri
üzerinde karar kılmak gerekir.

  "Toplum" sözcüğü daha az belirsizdir; ancak onun da bir tanımını yapmak
fena olmaz. Sözcükleri hoşumuza giden anlamlarda kullanmanın iyi bir şey
olduğunu sanmıyorum. Örneğin, Hegel ve onun ardılları "gerçek" özgürlüğün
genelde "ahlak yasası" olarak adlandırılan polise itaat hakkından ibaret
olduğunu düşünürler. Kuşkusuz, polis de kendi üstlerine itaat etmelidir.
Ancak, bu tanım bize devletin kendisinin nasıl hareket edeceği konusunda
yardımcı olmuyor. Bu görüşü savunanlar devletin de temelde ve tanımı gereği
kusursuz olduğunu ileri sürerler. Bu anlayış, demokrasinin var olduğu
ve hükümet şeklinin siyasal partilere dayandığı ülkelere uygun düşmüyor.
Çünkü böyle ülkelerde ulusun belki yarısı hükümetin kötü olduğu
kanısındadır. Öyleyse, özgürlük yerine "gerçek" özgürlüğü koyarak işin
içinden çıkamayız.

  Özgürlük, en soyut anlamıyla, isteklerin gerçekleşmesini önleyen dış
engellerin yokluğu demektir. Bu soyut anlamda, gücü en üst düzeye
çıkararak, veya istekleri en alt düzeye indirerek özgürlük artırılabilir.
Birkaç gün yaşayıp sonra da soğuktan ölen bir böcek bu tanıma göre tam özgür
sayılabilir. Soğuk onun isteklerini değiştirebileceği için, olanaksızı
başarmak gibi bir isteği bir an bile olmayacaktır. Bu tür bir
özgürlüğe kavuşmak insanlar için de olanaklıdır. Sonradan komünizmi
benimseyip Kızıl Ordu'da Komiser olan genç bir Rus aristokrat bana
İngilizlerin Ruslar gibi fiziksel bir deli-gömleğine gerekleri olmadığını;
çünkü onlara zihinsel bir deli-gömleği giydirilmiş bulunduğunu,
ruhlarının eli kolu bağlı olduğunu söylemişti.

  Galiba bunda bir gerçek payı var. Dostoyevsky'nin konu aldığı kişiler,
kuşkusuz, gerçek Ruslara tamı tamına benzemezler. Ancak onlar sadece bir
Rusun yaratabileceği kişilerdir; her türlü garip ve şiddetli isteklere
sahiptirler, normal bir İngiliz ise bunlardan bağımsızdır -en azından
bilinçli yaşamında. Herkesin birbirini boğazlamak istediği bir toplumun daha
barışçıl istekleri olan bir toplum kadar özgür olamayacağı ortadadır. O halde,
istekleri değiştirmekle de güç artışı kadar özgürlük artışı sağlanabilir.
Bu görüşler siyasal düşüncenin her zaman karşılayamadığı bir gereksinime,
yani "psikolojik dinamikler" denilebilecek bir gereksinime işaret ediyor.
Politikada, insan doğası hep dış koşulların ona uydurulması gereken bir
başlangıç noktası olarak kabul edilegelmiştir. Gerçekte ise, dış koşullar
insan doğasını değiştirir; karşılıklı etkileşim ile aralarında bir uyum
sağlamaya çalışılır. Bir ortamdan alınıp birdenbire bir başka ortama konulan
bir kimse özgür değildir. Ama bu yeni ortam, ona alışmış olanlara
özgürlükler sağlayabilir. Bu nedenle, özgürlük konusunu, değişen ortamla
birlikte isteklerin de değişebileceğini hesaba katmadan ele alamayız.

  Bu durum, bu özgürlüğe ulaşmayı bazen daha da güçleştirir. Çünkü yeni
bir ortam, eski istekleri gerçekleştirse bile, karşılanması olanaksız yeni
isteklere yol açabilir. Birçok yeni gereksinime yol açan sanayileşmenin
doğurduğu psikolojik etkiler bu olasılığa örnektir. Kişi bir otomobil
alamadığı için hoşnutsuz olabilir; yakında hepimiz birer özel uçağımız
olmasını isteyeceğiz. Kişi bilinç-dışı isteklerden dolayı da
hoşnutsuz olabilir. Örneğin Amerikalıların da dinlenmeye gereksinimleri
vardır; ama onlar bunun farkında değildirler. Bu durumun, Amerika'daki
suç dalgasının önemli bir nedeni olduğu kanısındayım.

  İnsanların özlemleri değişir nitelikte olsa da, evrensel diyebileceğimiz
bazı temel gereksinimler vardır: yemek, içmek, sağlık, giyinme, barınma,
seks ve çocuk sahibi olma bunların başlıcalarıdır. Giyinme ve barınma sıcak
iklimlerde mutlaka gerekli değildir; ancak tropik bölgeler
dışındaki yerlerde listeye alınmalıdırlar. Özgürlük başka şeyler de içerse
bile, özgürlük için zorunlu olan bu listedekilerin birinden yoksun
olan kişi kesinlikle özgür değildir.

  Bu da bizi "toplum"un tanımına götürüyor. Yukarıda sözü edilen asgari
özgürlüğün toplum içinde yaşayan bir insan için, bir Robinson Crusoe'dan
daha iyi bir şekilde sağlanabileceği açıktır. Gerçekten, cinsellik ve çocuk
sahibi olmak temelde toplumsal olaylardır. "Toplum" bazı ortak amaçlar için
işbirliği yapan bireylerin topluluğu olarak tanımlanabilir. İnsanlar
açısından en ilkel toplumsal grup ailedir. Ekonomik toplumsal gruplar oldukça
eskidir; savaşta işbirliği içinde olan gruplar pek o kadar ilkel sayılmaz.
Ekonomi ve savaş, çağdaş dünyada toplumsal birleşmenin başlıca nedenleridir.
Aile veya kabileden daha büyük toplumsal birimler sayesinde hemen hepimiz
fiziksel gereksinimlerimizi daha iyi karşılayabiliyoruz.

  Toplum bu anlamda özgürlüğü artırmıştır. Örgütlü devletin düşmanlarımızca
öldürülmemiz olasılığını azalttığı da düşünülür; ancak bu kuşku götürür bir
konudur.

  Bir insanın isteklerini bir başlangıç noktası olarak alırsak, yani
psikolojik dinamikleri gözardı edersek, onun özgürlüğüne karşı olan
engellerin iki tür olduğunu görürüz: fiziksel ve toplumsal. Çok basit bir
örnek alalım: Toprak insanların yaşaması için yeterli miktarda ürün
vermeyebilir; ya da öbür insanlar onların yiyecek bulmalarına engel
olabilir. Toplum özgürlük önündeki bu fiziksel engelleri azaltır; buna
karşı toplumsal engeller koyar. Ancak burada toplumun isteklerimiz üzerinde
yaptığı etkileri dikkate almazsak yanılgıya düşeriz. Karıncaların ve
arıların, her ne kadar örgütlenmiş toplumlarda yaşıyorlarsa da, toplumsal
görevleri olan eylemleri her zaman kendiliğinden gerçekleştirdikleri
varsayılabilir. Aynı şey sürü halinde yaşayan üst türden hayvanların çoğu
için geçerlidir. Rivers'a göre Melanesia yerlileri için de geçerlidir. Bu
durum büyük ölçüde kolay-etki-altında-kalma ile, ve az çok ipnotizma
olayına benzeyen etkenler ile bağıntılıymış gibi görünüyor.

  Bu yapıdaki insanlar özgürlüklerini yitirmeden işbirliğine girebilirler;
yasalara da pek gerek duymazlar. Tuhaftır ki, yerlilerden çok daha ileri
toplumsal örgütlenmeye sahip oldukları halde, uygar insanlar içgüdüsel
eylemlerinde daha az toplumsal davranmaktadırlar. Toplumun onların eylemleri
üzerindeki etkisi yerlilerde olduğundan çok daha yüzeyseldir. Özgürlük
sorununu tartışmalarının nedeni de budur.

  En uygar toplumlarda bile toplumsal işbirliğinin içgüdüsel bir nedeni
olduğunu yadsımıyorum. İnsanlar komşuları gibi olmak, onlar tarafından
sevilmek isterler; taklit ederler ve etki altında kalarak yaygın olan
davranış tarzlarını onlar da benimserler. Bununla beraber,
insanların uygarlık düzeyi yükseldikçe bu etkenlerin gücü azalıyor gibi.
Söz konusu etkenler okul çocuklarında büyüklerde olduğundan çok daha
güçlüdürler; genellikle de zeka düzeyi en düşük olanlar üzerinde en büyük
güce sahiptirler. Toplumsal işbirliği, sürü içgüdüsü diye adlandırılan şey
yerine, bu işbirliğinin yararlarının kavranmasına gittikçe daha çok
bağlı olmaktadır. İlkel yerliler arasında kişisel özgürlük sorunu yoktur;
çünkü öyle bir gereksinimleri yoktur. Bu sorun uygar insanlar için
vardır ve uygarlık arttıkça sorun da daha acil bir hal almaktadır.
Özgürlük önündeki fiziksel engellerden kurtulmada devletin yardımcı
olabileceğinin giderek açıklık kazanmasına paralel olarak, insanların
yaşamlarını düzenlemede devletin oynadığı rol de sürekli artmaktadır.
Uygarlaşmayı durdurmadığımız sürece, toplum içinde özgürlük sorununun daha
da ağırlaşması olasıdır.

  Yalnızca devleti küçültmekle özgürlüğün artırılamayacağı ortadadır. Bir
kimsenin istekleri çoğu zaman bir başkasınınkiyle bağdaşmaz; anarşi güçlü
için özgürlük, zayıf için de kölelik demektir. Devlet olmasaydı açlık ve
çocuk ölümleri nüfus artışını önler, dünya nüfusu şimdikinin onda biri
kadar bile olamazdı. Bu da uygar toplumlarda normal zamanlarda var
olan toplumsal köleliğin en kötüsünden çok daha vahim olan fiziksel köleliği
getirmek demek olurdu. Üzerinde durmamız gereken sorun devletten nasıl
kurtulunacağı değil, onun yararlarının, özgürlükleri en az zedeleyecek
şekilde nasıl güvenceye alınabileceğidir. Bu da fiziksel ve toplumsal
özgürlükler arasında bir denge sağlamak demektir. Daha yalın olarak ifade
edersek: daha iyi beslenme ve sağlık için ne ölçüde devlet baskısını göze
almalıyız?

  Bu sorunun yanıtı, uygulamada, çok basit olan bir başka soruya
dönüşür: Sağlık ve yiyeceğe biz mi sahip olacağız, yoksa bir başkası mı?
Kuşatma altındaki 1917 İngilteresindeki halkın ne ölçüde olursa olsun devlet
baskısına razı oldukları görülür. Çünkü bunun herkesin yararına olduğu
ortadaydı. Ancak bir kimse devlet baskısı altında kalır, yiyecek de bir
başkasına giderse soru çok değişik bir görünüm alır. Bu da bizi kapitalizm
ile sosyalizm arasındaki tartışmalara götürür. Kapitalizmi savunanlar hep
liberalizmin kutsal ilkelerini öne sürerler; bunlar da şu düsturda ifadesini
bulur: Şanslılar Şanssızlara zulüm yapmaktan alıkonulmamalıdır.

  Bu düstura dayanan laissez-faire (bırakınız yapsınlar) liberalizmi anarşi
ile karıştırılmamalıdır. Liberalizm şanssızların cinayet işlemelerini ve
silahlı ayaklanmalarını önlemek için yasalara sığındı; cesaret edebildiği
ölçüde de sendikalaşmaya karşı geldi; devletin hareket alanını en aza
indirdikten sonra, gerisini de ekonomik güç kullanarak başarmayı amaçladı.
Liberalizm işverenin işçisine "açlıktan öleceksin" demesine ses çıkarmadı;
ama bir işçinin "önce sen bir kurşunla öleceksin" yanıtını haklı bulmadı.
Bu iki tehdit arasında, yasal bilgiçlik taslamak dışında, bir ayırım yapmanın
saçmalığı ortadadır. Her ikisi de asgari temel özgürlüğü aynı ölçüde ihlal
etmektedir; biri ötekinden daha az veya daha çok değil. Bu eşitsizlik yalnız
ekonomik alanda var olmakla kalmadı. Kocaların eşleri üzerindeki, babaların
çocukları üzerindeki zorbalığını haklı çıkarmak için de özgürlüğün kutsal
ilkelerine başvuruldu. Ancak, liberalizmin bu zorbalıklardan birincisini
hafifletmeye yöneldiğini de eklemek gerekir. Babaların çocukları üzerindeki,
onları fabrikalarda çalıştırmak şeklindeki zorbalığı ise, liberallerin karşı
gelmesine rağmen azalmıştır.

  Bunlar bilinen şeylerdir; ben de üzerinde uzun boylu durmayacağım. Şimdi
şu genel soruya geçmek istiyorum: Toplum bir bireye, başka bir bireyin yararı
için değil, toplumun yararı için ne ölçüde karışmalıdır? Ve hangi amaçlar
için karışmalıdır?

  Her şeyden önce, asgari özgürlüklere sahip olma isteminin, yani yeme,
içme, sağlık, barınma, giyim, seks ve çocuk sahibi olma özgürlüklerinin,
bütün diğerlerinden öncelikli olduğunu söylemeliyim. Asgari istemler
biyolojik yaşamı sürdürmek için, yani arkada çocuklar, torunlar
bırakmak için zorunludur. Öyleyse bu saydıklarıma zorunlu olanlar denebilir.
Bunların ötesinde olanlara da, koşullara göre, rahatlık ya da
lüks yaşam sağlayanlar diyebiliriz. Bir kişinin zorunlu gereksinimleri için
başka bir kişinin rahatlık sağlayan olanaklardan mahrum edilmesini a priori
haklı bulduğumu belirtmek isterim. Bu, belli bir toplumda, belli bir zamanda
politik bakımdan akıllıca, ekonomik bakımdan da olanaklı olmayabilir; ancak
özgürlükler öne sürülerek reddedilemez. Çünkü bir kimsenin zorunlu
gereksinimlerinden mahrum edilmek yoluyla özgürlüğünü sınırlamak, onu birçok
gereksiz şey biriktirmekten alıkoyma ile yapılandan çok daha büyük bir
sınırlamadır.

  Eğer kabul edilirse, bu bize çok şey sağlar. Örneğin sağlığı ele alalım.
Belediye seçimlerinde dikkate alınan hususlardan biri kamu sağlığı, ana ve
çocuk sağlığı gibi konulara ne kadar kamu parası harcanacağıdır.
İstatistikler bu amaçla yapılan harcamaların hayat kurtarmada önemli etkisi
olduğunu göstermektedir. Londra'nın her ilçesinde varlıklı kesimler bir
araya gelmiş; bu yöndeki harcamaların artmasını önlemeye, olanak varsa da
bir kesintiye gidilmesine çalışmışlardır. Bu, kendi güzel sofralarının ve
otomobillerinin sefasını sürdürebilmek için binlerce insanı ölüme mahkum
etmekten çekinmedikleri anlamına gelmektedir.

  Basın da hemen tümüyle onların kontrolünde olduğundan, kurbanlarının
gerçekleri öğrenmesini önlerler. Psikanalizcilerin çok iyi bildikleri
yöntemlerle, kendilerini bile gerçeği öğrenmekten alıkoyarlar. Bütün
çağlarda bütün aristokrasilerin uyguladığı bu davranışta şaşılacak bir
şey yoktur. Benim tek söylemek istediğim, eylemlerinin özgürlük gerekçesiyle
savunulamayacağıdır.

  Seks ve çocuk sahibi olma hakkını tartışmayacağım. Sadece, bir cinsin
diğerinden çok fazla olduğu bir ülkede, mevcut kurumların bu
hakları güvence altına almayı pek düşünmediğini, hırıstiyanlıktaki asetisizm
(din uğruna dünya zevklerinden vazgeçme) geleneğinin, insanları, bu hakkı
beslenme hakkı gibi kabul etmekten ne yazık ki alıkoyduğunu söylemekle
yetineceğim. İnsan doğasını tanımaya zamanı olmayan politikacılar ise normal
kadınları ve erkekleri etkileyen isteklerden akılalmaz ölçüde habersizdirler.
Liderleri biraz psikoloji bilen herhangi bir parti seçimleri silme
kazanabilir.

  Toplumun, herkesin zorunlu biyolojik gereksinimlerini karşılamak için
bireylere müdahalesini bir hak olarak kabul etsem de; bir kişinin, başkasının
zararı pahasına olmadan sahip olduğu şeyler konusunda müdahale hakkını kabul
edemem. Fikir, bilgi, sanat türü şeyleri kastediyorum. Bir toplumdaki
çoğunluğun bir fikri benimsememesi, onlara, o fikri benimseyenlere müdahale
hakkını vermez. Aynı şekilde, toplumun çoğunluğu bazı gerçekleri bilmek
istemiyorsa, bu, bilmek isteyenleri hapse atma hakkını onlara vermez. Texas'taki
aile yaşamı üzerinde, toplum açısından çok değerli bulduğum, uzun bir kitap
yazmış olan bir hanım tanıyorum. İngiliz polisi hiç kimsenin hiçbir şey
hakkında bir şey bilmesini istemez; bu nedenle sözü geçen kitabı posta ile
göndermek yasalara aykırıdır. Psikanalizcilerin, bastırdıkları bazı
gerçekleri su yüzüne çıkararak hastalarını çoğu kez iyileştirdiklerini
hepimiz biliriz. Toplum da bazı bakımlardan bu hastalara benzer; ancak
tedaviye izin vermek yerine, bazı tatsız gerçeklere dikkat çeken doktoru
hapse atar. Bu, özgürlüklere müdahalenin en istenmeyen şeklidir. Kişisel
ahlak kurallarına müdahale konusunda da aynı şey geçerlidir: bir adam iki
kadınla, veya bir kadın iki erkekle evlenmek istiyorsa bu onların sorunudur;
başka hiç kimse kendini bu konuda önlem almakla görevli saymamalıdır.

  Buraya kadar, özgürlüklere getirilen haklı kılınabilir müdahalelerin hangi
sınırlar içinde kalması gerektiğine ilişkin tamamen soyut bazı
savları gözden geçirdik. Şimdi de psikolojik yönleri daha ağır basan bazı
tartışmaları ele alacağız.

  Gördüğümüz gibi, özgürlüğün önündeki engeller iki çeşittir: toplumsal ve
fiziksel. Aynı ölçüde özgürlük yitimine yol açan sosyal ve fiziksel
engellerden sosyal nitelikte olanı daha zarar vericidir; çünkü insanda öfke
uyandırır. Bir çocuk bir ağaca çıkmak ister ve siz de yasaklarsanız çok
öfkelenir. Eğer tırmanamayacağını kendisi anlarsa fiziksel olanaksızlığı
kabullenir. Öfkeyi önlemek için, özü itibariyle zararlı olan şeylere -bir
salgın hastalık sırasında kiliseye gitmek gibi- izin vermek çoğu kez yerinde
olur. Öfkeyi önlemek için hükümetler kötü sonuçları doğal nedenlere; muhalefet de,
hoşnutsuzluk yaratmak için, insan kökenli nedenlere atfederler.

  Ekmek fiyatları arttığında, hükümet neden olarak o yıl hasatın iyi
olmamasını, muhalefet ise vurguncuları gösterir. Sanayileşmenin etkisiyle
insanlar kişinin her şeye kadir olduğuna gittikçe daha çok inanır olmuşlardır.
Doğal afetleri önlemede insanın yapabileceklerinin sınırı olmadığını
düşünürler. Sosyalizm de bu türden bir inançtır: yoksulluğu artık Tanrı'nın
bir takdiri olarak değil, insanların budalalık ve acımasızlığının bir sonucu
olarak algılıyoruz. Bu durum doğal olarak, işçi sınıfının "üsttekiler"e
olan tavrını da etkilemiştir. İnsanın kudretine olan bu inanç bazen çok aşırı
olabilir. Aralarında Sağlık Bakanı'nın da bulunduğu birçok sosyalist, nüfus
artışı nedeniyle yeryüzünde sadece ayakta durmaya yetecek kadar yer kalsa
bile, sosyalizm sayesinde herkes için bol yiyecek bulunacağına inanmış
görünüyor. Korkarım, bu bir abartmadır. Ne olursa olsun, insanın mutlak
gücüne olan çağdaş inanç, işler ters gittiği zaman duyulan öfkeyi artırmıştır.
Çünkü talihsizlikler Tanrı'dan veya Doğa'dan gelmiş olsalar bile artık onlara
atfedilmemektedir. Bu durum çağdaş toplumları yönetmeyi eski toplumlara kıyasla
daha zorlaştırmıştır.

  Yönetici sınıfların olağanüstü dindar olma eğilimleri de bu yüzdendir:
Kurbanlarının talihsizliklerini Tanrı'nın takdiri olarak görmek isterler. Bu
durum, asgari özgürlüğe müdahaleye gerekçe bulmayı eski günlere göre daha
zorlaştırmaktadır. Her ne kadar The Times gazetesi, eski oyunbazlıkları
canlandırmaya çalışan ruhban sınıfının gönderdiği mektupları her gün
yayınlıyorsa da, bu müdahaleler artık değişmez yasalar şeklinde kamufle
edilemezler.

  Sosyal özgürlüğe müdahalenin öfke yaratması yanında, onu istenmez kılan
iki neden daha vardır. Birincisi, insanların başkalarının iyiliğini
istememesi; ikincisi de, bu iyiliğin neleri içerdiğini bilmemeleridir. Belki
bu nedenlerden ikisi de temelde aynı şeydir. Çünkü biz bir insanın iyiliğini
gerçekten istiyorsak onun nelere gereksinimi olduğunu öğrenmeyi de başarırız.
İnsanlar hem kötü, hem bilgisiz oldukları için de zarar verseler,
sonuç aynıdır. Öyleyse ikisini birlikte ele alabilir ve hiçbir kişiye veya
sınıfa bir başkasının çıkarlarının emanet edilemeyeceğini söyleyebiliriz.
Demokrasi lehindeki savın temelinde yatan da kuşkusuz budur. Çağdaş devlette
demokrasi resmi görevliler eliyle yürütülür; yani birey açısından dolaylı ve
uzaktır. Resmi görevliler, genellikle, yaşamlarına yön verdikleri halktan
uzak bürolarda masa başında çalıştıkları için özel bir tehlike oluştururlar.
Örnek olarak eğitimi ele alalım. Öğretmenler çocuklarla temas halinde oldukları
için genellikle onları anlarlar ve onlarla ilgilenirler. Ancak öğretmenler,
uygulamada deneyimleri olmayan, çocukları belki de küçük başbelası
yumurcaklar olarak gören yöneticilerin kontrolü altındadırlar. Bu nedenle
yöneticilerin öğretmenlerin özgürlüğüne müdahalesi genellikle sakıncalıdır.
Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir: Güç paranın nereye sarfedilmesi
gerektiğini bilende değil, parayı elinde tutanlardadır.

  Buna göre gücü elinde tutanlar genellikle bilgisiz ve kötü niyetlidirler
ve bu gücü ne kadar az kullanırlarsa o kadar iyi olacaktır.
Zorlamayı en çok haklı gösteren şey, zorlamaya uğrayan kişinin bu zorlamayı
kabullenmesi durumudur. Bu kişi, elinden gelse, görev bildiği şeyi ihmal
edecektir. Hepimiz vergi ödemeyi yolların yapılmamasına tercih ederiz; ama
eğer bir mucize olur ve vergi tahsildarı bizi gözden kaçırırsa çoğumuz onu
varlığımızdan haberdar etmeyiz. Ayrıca, kokainin yasaklanması
gibi bazı önlemleri kabul ederiz. Alkol yasağı ise daha kuşku götürür bir
önermedir. En iyi örnek çocukların tutumudur. Çocuklar otorite
altında olmalıdırlar. Her ne kadar arada bir karşı gelme oyunu oynamaktan
hoşlanırlarsa da, bunu kendileri de bilir. Çocukların durumu
şu yönden benzersizdir ki, onlar üzerinde otorite sahibi olanlar bazen
onları severler de. Durum böyle olunca çocuklar, bazı özel durumlarda karşı
gelseler bile, genelde öfkeye karşı öfke duymazlar. Öğretmenlerin tersine,
eğitimden sorumlu makamlar bu meziyetten yoksundurlar ve gerçekte çocuklara
"yurtseverliği", yani önemsiz nedenlerle ölmeye ve öldürmeye gönüllü
olmayı öğreterek, devletin yararına olduğunu düşündükleri şeyler için
çocukları feda ederler.

  Otorite, kontrol ettiği insanların iyiliğini düşünenlerin elinde olsaydı
göreceli olarak zararsız olurdu. Ancak böyle bir durumu güvence
altına alacak bir yöntem henüz bilinmemektedir.
Zorlamanın en kötü olduğu durum, kurbanın emredilen işin kötü ve zararlı
olduğuna kesin inanması halidir. Bir müslümanı domuz eti, bir hinduyu dana
eti yemeye zorlamak, eğer mümkün olsa bile, iğrenç olurdu. Aşı karşıtları
aşılanmaya zorlanmamalıdır; bebeklerine aşı yapılmasına zorlanmaları ise
başka bir sorudur; ben zorlanmasınlar derdim. Ancak burada söz konusu olan
özgürlük sorunu değildir; çünkü her iki durumda da bebeğin fikri sorulmuyor.
Sorun devletle ana-baba arasındadır ve hiçbir genel ilke ile bir sonuca
varılamaz. Vicdani inançlar nedeniyle eğitime karşı olan ana-babaların
çocuklarını eğitimsiz bırakmalarına izin verilmez; ancak yine de genel
ilkeler bakımından her iki durum birbirinin aynıdır.

  Bir kimsenin, bir başkasının zararına sahip olduğu değerler ile o
kimsenin başkasının zararına olmaksızın sahip olduğu değerler arasında
ayırım yapmak özgürlük konusundaki en önemli husustur. Eğer hakkım olandan
fazla yiyecek tüketirsem bir başkası aç kalır.

  Ama eğer anormal denebilecek bir düzeyde matematik öğrenirsem, ve eğer
eğitim fırsatlarını tekelime almamışsam, hiç kimseye zararım dokunmaz. Bir
nokta daha var: Yiyecek, barınak, giyecek gibi şeyler yaşam için zorunludur;
bunların gerekliliği konusunda insanlar arasında fikir ayrılığı ve
anlaşmazlık pek yoktur. Bu nedenle demokrasilerde bu konular
devlete bırakılmaya elverişlidir. Bütün bu konularda adalet ilkesi egemen
olmalıdır. Çağdaş bir demokratik toplumda, adalet eşitlik
anlamına gelir. Ancak sınıf hiyerarşisinin var olduğu ve bunun yukarıdakiler
kadar aşağıdakilerce de kabul gördüğü toplumlarda adalet,
eşitlik anlamına gelmez. Kralın kendilerinden daha çok şatafata sahip
olmaması gerektiğini öne sürsem, çağdaş İngiltere'de bile, çalışan
kesimin büyük çoğunluğu şoke olur. Bu nedenle adaleti en az haset
uyandıracak düzen olarak sınırlamak isterim. Bu, önyargısız toplumlarda
eşitlik anlamına gelir; toplumsal eşitsizliğe sıkıca inanan toplumlarda ise
bu anlamı taşımaz.

  Ancak görüşler, düşünce, sanat, vb. konularda bir kişinin sahip olduğu
değerler bir başkasının zararına elde edilmez. Ayrıca, bu alanlarda
iyinin ne olduğu da kuşkuludur. Eğer Lazarus kuru ekmek yerken Dives ziyafet
sofralarında karın doyuruyor ve yoksulluğun erdemlerinden söz ediyorsa Dives'in
ikiyüzlünün biri olduğu düşünülür. Buna karşılık, eğer ben matematikten, bir
başkası da müzikten hoşlanıyorsak, birbirimizle çatışmayız; birbirimizin
yaptığını övmek de sadece nezakettir. Görüşler konusunda gerçeğe ulaşmanın
tek yolu serbest rekabettir.

  Liberallerin eski sloganları yanlış alana, ekonomiye uygulanmıştır;
onların asıl uygun düştükleri alan zihinsel alandır. Serbest rekabete
ticarette değil, fikirlerde gerek vardır. Burada şöyle bir güçlük ortaya
çıkıyor: Ticaret alanında serbest rekabetin zayıflamasına paralel olarak,
kazançlı çıkanlar ekonomik güçlerini zihinsel ve ahlaki alanlarda
kullanmakta, doğru yolda yaşamanın ve doğru düşünmenin geçim sağlamak
için bir koşul olmasında ısrarlıdırlar. Bu bir talihsizliktir; çünkü
"doğru yolda yaşama" ikiyüzlülük, "doğru düşünme" de budalalık anlamına
gelmektedir. Burada şu büyük tehlike söz konusudur: İster plütokrat ister
sosyalist yönetim altında olsun, ekonomik baskı her türden zihinsel ve
ahlaki gelişmeyi olanaksız kılar. Eğer eylemleri doğrudan, açıkça ve kesin
olarak başkalarına zarar vermiyorsa kişinin özgürlüğüne saygı gösterilmelidir.
Aksi halde, baskı içgüdümüz, onaltıncı yüzyıl İspanyasına benzeyen, durağan
bir toplum oluşmasına yol açar. Bu tehlike gerçek ve büyüktür. Amerika bu
yolda öncü durumundadır; ancak biz İngilizlerin, gerekli alanlarda özgürlüğün
değerini takdir etmemeniz durumunda, onları izleyeceğimiz hemen hemen
kesindir.

  Aradığımız özgürlük başkalarına baskı yapma hakkı değil; istediğimiz gibi
yaşamak, istediğimiz gibi düşünme hakkıdır, yeterki eylemlerimiz başkalarının
da aynı şeyi yapmasını engellemesin.

  Son olarak, daha önce "psikolojik dinamikler" dediğim şey hakkında birkaç
söz söylemek istiyorum. Tek bir karakterin egemen olduğu bir toplum özgür
olma olanağına, birçok karakterden kişilerin oluşturduğu bir toplumdan daha
çok sahiptir. Kaplanlardan ve insanlardan oluşmuş bir toplumda fazla özgürlük
olamaz; ya kaplanlar ya da insanlar boyun eğer. Bu nedenle beyazların renkli
ırkları yönetimleri altında tuttuğu yerlerde hiçbir özgürlük olamaz.

  Maksimum özgürlüğe sahip olmak için eğitim yoluyla karakter oluşturmak
gereklidir; o zaman insanlar mutluluklarını baskıcı olmayan
eylemlerde bulabilirler. Bu da, yaşamın ilk altı yılında karakter
oluşturmaya bağlıdır. Bayan McMillan, Deptford'da, özgür bir toplum yaratma
yetisine sahip çocuklar yetiştirmektedir.

  Onun yöntemleri, zengin ve yoksul, bütün çocuklara uygulanırsa toplumsal
sorunlarımızı çözmek için bir nesil yeterlidir. Ancak bilgi aktarmasına
ağırlık verilmesi, eğitimde neyin önemli olduğu konusunda bütün partileri
duyarsız kılmıştır. İleri yaşlarda istekler sadece baskı altına alınabilir,
temelden değiştirilemezler. "Arzunca yaşa ve bırak yaşasın" (live
and let live) kuralı erken çocuklukta öğretilmelidir. İnsanlar sadece
başkalarının mutsuzluğu pahasına elde edilebilecek şeylere sahip olmayı
istemekten vazgeçtiğinde, toplumsal özgürlük önündeki engeller de yok
olacaktır.

  Eğitimde Özgürlük ve Otorite

  Her alanda olduğu gibi eğitimde özgürlük de bir ölçü konusudur.
Bazı özgürlükler hoş karşılanmaz. Çocukların herhangi bir şeyi yapmasının
kesinlikle yasaklanmamasını; çünkü çocuğun kendi öz-doğasını geliştirmesi
gerektiğini savunan bir hanımla tanışmıştım. "Eğer doğası onu
bir iğne yutmaya yöneltirse ne olacak?" diye sorduğumda, üzülerek
belirtmeliyim ki, yanıt yerine azar işittim. Fakat kendi başına bırakılan
her çocuk eninde sonunda ya iğne yutar, ya ilaç şişesinden zehir içer, ya
üst kat penceresinden düşer, ya da başka türden zararlı bir sonla karşılaşır.

  Biraz daha büyüyünce, erkek çocuklar fırsat bulduklarında yıkanmaktan
kaçınır, aşırı ölçüde aburcubur yer, midesi bulanıncaya kadar sigara
içer, ıslak ayaklarla dolaşıp soğuk alır vb; dahası, bir Elisha (Elisha:
İncil'de adı geçen bir İsrail peygamberi. (Ç.N)) gibi
karşılık verme yeteneğine sahip olmayan yaşlı beyleri kızdırarak eğlenirler.
Bu nedenlerle, eğitim özgürlüğünü destekleyen bir kişi çocukların gün boyu,
her istediklerini yapabilmeleri gerektiğini kastetmiş olamaz. Bir ölçüde
otorite ve disiplin uygulanmalıdır. Sorun bunun ölçüsünde ve nasıl
uygulanacağındadır.

  Eğitim konusu çeşitli yönlerden, devletin, kilisenin, öğretmenin, ana-babanın
ve hatta çocuğun kendisinin -genellikle unutulsa bile- bakış açılarından ele alınabilir.
Bunların hiçbiri tarafsız değildir; hepsi eğitim idealine katkıda bulunur,
ama olumsuz ögelere de katkı yaparlar. Bunları sırasıyla inceleyip olumlu ve
olumsuz yanları hakkında neler söylenebileceğini görelim.

  Çağdaş eğitimin nasıl olması gerektiğine karar veren en güçlü etken olan
devlet ile başlayalım. Devletin eğitimle ilgilenmesi çok yenidir.
Eski ve Ortaçağ'da hiç ilgilenmezdi; Rönesans'tan önce eğitime yalnız kilise
önem verirdi.

  Rönesans yüksek öğretime karşı bir ilgi uyandırdı. Bu da, kiliseye bağlı
Sorbonne'a karşı bir denge sağlamayı amaçlayan, College de France
gibi kurumların açılmasına yol açtı. Almanya ve
İngiltere'deki Reformasyon hareketi, lise ve üniversitelerin
"köhne Papalık"ın sığınak yerleri olarak kalmalarını önlemek üzere,
devlette, onları bir ölçüde denetim altına alma eğilimine de
yol açtı; ancak bu ilgi çok sürmedi. Oldukça yeni
olan zorunlu yaygın eğitim hareketine kadar da
devlet sürekli ve belirleyici bir rol üstlenmedi.
Bununla beraber günümüzde, eğitim kurumları
konusunda devlet bütün öteki etkenlerin toplamından
daha çok söz hakkına sahiptir.

  Yaygın zorunlu eğitimin ardında yatan çeşitli dürtüler vardı. Onun en
güçlü savunucuları, okuma-yazma bilmenin başlıbaşına arzu edilir bir
şey olduğu, cahil bir toplumun uygar bir ülke için yüzkarası olduğu, eğitim
olmadan demokrasinin olanaksız olduğu gibi duygular taşıyorlardı. Başka
dürtüler de bu duyguları güçlendirdi. Eğitimin ticarette üstünlükler
sağladığı, gençlerde suç oranını azalttığı, gecekondu halkını bir düzen
içine sokmayı olanaklı kıldığı kısa sürede anlaşıldı. Kiliseye karşı
olanlar, devlet eğitiminin kilise ile mücadelede bir olanak sağladığını
gördüler; İngiltere ve Fransa'da bu dürtü oldukça ağır basıyordu.
Milliyetçiler, özellikle Fransa Prusya savaşından sonra, yaygın eğitimin
ulusal gücü artırdığı görüşündeydiler. Ancak, bütün bu saydığımız nedenler
başlangıçta ikinci dereceden önem taşıyorlardı. Yaygın eğitimin benimsenmesinin
ana nedeni okuma-yazma bilmemenin utanç verici olduğu duygusuydu.

  Yaygın eğitim bir kere sağlamca kurumlaştıktan sonra, devlet ondan birçok
konuda yararlanma olanağı bulmuştur. Gençleri hem iyi hem de kötü yolda,
daha uysal yapar. Davranışları düzenler ve suç oranını düşürür; kamu yararına
olan toplu eylemleri kolaylaştırır; toplumu bir merkezden yönlendirilmeye
daha açık kılar. Bu olmadan demokrasi yalnızca içi boş bir şekil olarak
kalır. Politikacıların anladığı şekliyle demokrasi bir yönetme biçimidir;
yani insanlara, kendi istediklerini yaptıkları sanısıyla liderlerin istediklerini
yaptırma yöntemidir. Böylece, devlet eğitimi belirli bir eğilime yönelmiştir.
Bu eğitim gençlere toplumdaki kurumlara saygılı olmalarını, egemen güçleri
işin özüne ilişkin olarak eleştirmekten sakınmalarını, başka uluslara kuşku
ve nefretle bakmalarını -elinden geldiğince- öğretir. Bu eğitim, uluslararası
birlik ruhu ve kişisel gelişme pahasına, ulusal dayanışmayı güçlendirir.
Kişisel gelişmeye verilen zarar otoriteye gereğinden çok yer verilmesinden
kaynaklanmaktadır. Kişisel duygular yerine, daha çok toplumsal duygular
teşvik edilir ve toplumda yaygın olan inançlara karşı gelmek şiddetle
bastırılır.

  Tekdüzelik aranılan bir özelliktir; çünkü yöneticiye kolaylık sağlar;
bedelinin zihinsel tembellik olmasının bir önemi yoktur. Meydana gelen
zararlar o denli büyüktür ki, yaygın eğitimin şimdiye kadarki yararlarının
mı yoksa sakıncalarının mı ağır bastığı ciddi olarak sorgulanabilir.
Kilisenin eğitim konusuna bakış açısı, uygulamada devletinkinden pek farklı
değildir. Ancak aralarında önemli bir ayrılık vardır: kilise sıradan halkın
hiç eğitilmemesini yeğler, onlara ancak devlet dayattığı için eğitim verir.
Hem devlet hem de kilise, özgür bir sorgulama karşısında hemen yok olabilecek
türden fikirleri aşılamaya çalışırlar. Devletin dogmalarının gazete
okuyabilen bir topluma aşılanması daha kolaydır; oysa kilisenin dogmalarının
hiç okuma-yazma bilmeyen bir topluma aşılanması daha kolaydır. Devlet ve
kilisenin her ikisi de düşünceye düşmandır; ama kilise -açıkça öyle görünmese
de- aynı zamanda öğretime de karşıdır. Kilise yetkilileri zihinsel faaliyeti
uyarmadan bilgi aktarma tekniğini -çok eskiden Cizvit keşişlerinin öncülüğünü
yaptıkları tekniği- geliştirdikçe bu da geçecektir; geçmektedir de.

  Çağdaş dünyada öğretmenin kendine özgü bir bakış açısına sahip olmasına
nadiren izin verilir. Öğretmen eğitimden sorumlu bir makam tarafından
atanır; eğer eğitim yaptığı anlaşılırsa da "kapı dışarı" edilir. Bu ekonomik
etken dışında, öğretmenin, belki kendisinin de bilincinde olmadığı bazı
eğilimleri vardır. Kiliseden ve devletten de çok disiplin yanlısıdır.
Öğrencilerin neleri bilmediğini, işi gereği, kendisi bilmektedir. Bir ölçüde
disiplin ve otorite olmazsa sınıfta düzeni sağlamak zordur. Dersten sıkılan
bir çocuğu cezalandırmak dersi ilgi çekici yapmaktan daha kolaydır. Dahası,
en iyi öğretmenin bile kendi önemini abartması olasıdır. Öğrencilerin,
kendisinin uygun bulduğu biçimde birer kişi olacak şekilde yoğrulmalarının
olanaklı ve iyi bir şey olduğu kanısındadır.

  Lytton Strachey (1880-1932), Dr. Arnold'un Como Gölü kıyısında yürürken "ahlaki kötülükler"
konusunda düşündüklerini anlatır. Onun için "ahlaki kötülük" öğrencilerinde
değiştirmek istediği şeylerdi. Bu şeylerin çocukların birçoğunda bulunduğuna
inanması, güç kullanılmasını ve kendini sevgiden çok ceza vermekle yükümlü
bir hükümdar gibi algılamasını haklı kılıyordu. Bu tutum, değişik dönemlerde
değişik şekillerde dile getirilir ve kendini çok önemli görmenin aldatıcı
etkisinin farkında olmayan, gayretli her öğretmen için doğal bir davranıştır.
Bütün bunlara karşın, eğitimde etkili olan güçler arasında en iyisi
yine de öğretmenlerdir. İlerlemeyi de hepsinden çok onlardan beklemek
durumundayız.

  Öğretmen, bir de okulun ününü düşünür. Bu nedenle öğrencilerinin spor
karşılaşmalarında, burs sınavlarında başarı sağlamasını ister; bu
ise üstün yetenekli öğrencilere özen göstermesine, ötekilerin de dışlanmasına
yol açar. Sıradan öğrenciler için sonuç olumsuzdur. Bir çocuk iyi
top oynamasa bile, kendisinin oynaması, iyi oynayanları seyretmesinden çok
daha yararlıdır.

  Mr. H.G. Wells The life of Sanderson of Oundle (Oundle'lı Sanderson'un
Yaşamı) adlı kitabında, gerçekten kusursuz olan bu öğretmenin, normal
bir öğrencinin yeteneklerini ortaya çıkarmayan, onları ihmal eden her şeye
nasıl karşı çıktığını anlatır. Müdür olarak atandığında, okul kilisesinde
yalnız seçme öğrencilerin ilahi söylemesine izin verildiğini görür. Bu seçme
öğrenciler bir koro oluşturacak şekilde eğitilmişlerdir; ötekiler
de onları dinlerler. Sanderson müzik yeteneği olsun olmasın hepsinin ilahi
söylemesinde ısrarlıdır. Bunu yapmakla bir öğretmen için doğal
olan, kendi ününü öğrencilerininkinden önde tutma eğilimini aşmış oluyordu.
Eğer saygınlık denilen payeyi akıllıca dağıtırsak doğaldır ki bu
iki dürtü arasında bir çatışma söz konusu olmaz; öğrencileri için en iyi
olanı yapan okul en büyük saygınlığı kazanır. Bu hareketli dünyada
göze çarpıcı başarılara önemleriyle orantılı olmayan ölçüde değer verilmekte;
bu yüzden de, bu iki dürtü arasındaki çatışmayı önlemek pek
de olası görünmemektedir.

  Şimdi de ana-babanın bakış açısını ele alacağım. Bu bakış açısı ana-babanın
ekonomik durumuna göre değişir. Sıradan bir işçinin, sıradan bir serbest
meslek sahibinden çok farklı beklentileri vardır. Ortalama bir işçi, çocuklarıyla
evde daha az uğraşmak düşüncesiyle, onların okula olabildiğince erken
başlamasını; kazançlarından yararlanmak için de, okulu olabildiğince çabuk
bırakmasını ister.

  Kısa bir süre önce, eğitim giderlerini azaltmak isteyen
İngiliz Hükümeti çocukların okula altı yaşından önce başlamamalarını; on üç
yaşından sonra da okulda kalmaya zorlanmamalarını gündeme getirmişti.
Birinci öneri o ölçüde gürültü kopardı ki geri almak zorunda kalındı; rahatı
kaçan annelerin -oy hakkına yeni kavuşmuşlardı- öfkelerine karşı koymak
olanaksızdı. Okulu terketme yaşını küçülten ikinci öneriye ise fazla karşı
gelen olmadı. Daha iyi eğitim yanlısı parlamento adayları toplantılarda,
katılan herkesin alkışlarıyla karşılaşıyorlar, kapı kapı dolaşarak yaptıkları
soruşturmalarda ise, politika dışında olan işçilerin -onlar çoğunluktaydı-
paralı işlerde çalışabilmeleri için çocuklarının olabildiğince
kısa sürede serbest bırakılmasını istediklerini görüyorlardı. İstisnalar
ise, genellikle, daha iyi bir eğitimle çocuklarının sosyal basamakta yükselebileceğini
umudeden işçilerdi.

  Serbest meslek sahiplerinin yaklaşımları bundan çok farklıdır. Kendi
gelirleri, ortalamanın üstünde bir eğitim görmüş olmalarına bağlıdır;
çocuklarına da bu avantajı sağlamak isterler. Bu amaca ulaşmak için büyük
fedakarlıktan kaçınmazlar. Ancak rekabete dayalı günümüz toplumunda genelde
ana-babaların istediği, eğitimin kendisinin iyi olması değil, başkalarınınkinden
daha iyi olmasıdır. Genel eğitim düzeyinin düşük olması bu işi
kolaylaştırdığı için, meslek erbabı kişilerin, işçi çocuklarına yüksek
öğrenim olanakları sağlanmasına pek hevesli olmaları beklenemez. Ailesi ne
denli yoksul olursa olsun, eğer her isteyen tıp eğitimi görebilirse,
bir yandan rekabetin artması, bir yandan da sağlık düzeyinin yükselmesine
bağlı olarak doktorların daha az kazanacakları ortadadır. Aynı
şey hukuk, devlet memurluğu, vb. için de geçerlidir.

  Demek ki meslek sahibi kişi, eğer olağanüstü toplumsal duyarlılık sahibi
değilse, kendi çocukları için istediği iyi şeylere toplumun büyük
çoğunluğunun sahip olmasını istemez.

  Rekabete dayalı toplumumuzda babaların en büyük kusuru çocuklarından,
ailelerine saygınlık kazandırmalarını beklemeleridir. Bunun kökleri
içgüdülerde yatar ve ancak içgüdülere yönelik çabalarla giderilebilir. Bu
kusur, daha küçük ölçüde de olsa, annelerde de görülür. Hepimiz, içgüdüsel
olarak, çocuklarımızın başarılarından gurur, başarısızlıklarından da utanç
duyarız. Ne yazık ki, bizim koltuklarımızı kabartan başarılar, çoğu zaman
istenmeyecek türdendir. Uygarlığın doğuşundan hemen hemen günümüze gelinceye
kadar -Çin ve Japonya'da bugün de- çocuklarının kiminle evleneceklerine
ana-babalar karar vermişler; çoğunlukla da, olanak buldukça, en zengin
gelini veya damadı seçerek onların mutluluğunu feda edegelmişlerdir. Batı
dünyasında -Fransa'nın bir bölümü dışında- çocuklar isyan ederek kendilerini
bu kölelikten kurtarmışlarsa da ana-babaların içgüdüleri değişmemiştir.
Genelde bir babanın çocukları için istediği ne mutluluk ne de erdemdir;
o yalnızca maddi başarı arzular. Onların, dostları yanında övünebileceği
çocuklar olmasını ister; onların eğitimi için gösterdiği çabalarda bu
istek büyük ölçüde egemendir.

  Eğer eğitim otorite ile yönetilecekse bu otorite yukarıda değindiğimiz şu
güçlerden birisinin veya birkaçının elinde olacaktır: devlet, kilise, öğretmen
ve ana-baba. Gördüğümüz gibi, bunlardan hiçbirinin çocuğun iyiliğini
yeterince gözeteceğine güvenilemez; çünkü hepsi de, çocuğun kendi iyiliği
ile ilgisi olmayan amaçlara yönelmesini istemektedir. Devlet çocuktan ulusal
saygınlığı yüceltmesini ve iktidardaki yönetimi desteklemesini bekler.
Kilise çocuktan rahiplerin gücünü artırmaya hizmet etmesini bekler.

  Rekabetli bir dünyada öğretmen okuluna genellikle devletin ulusuna baktığı
gözle bakar ve çocuktan okulu yüceltmesini bekler. Ana-baba çocuktan aileyi
yüceltmesini bekler. Başkalarının güttüğü bütün bu amaçlarda, çocuğun
kendisi, sırf kendisi yönünden, olanak içi olan her türlü mutluluk ve
refaha hakkı olan bağımsız bir kişi olarak, söz konusu değildir; söz konusu
olsa bile tam olarak değil. Ne yazık ki, çocuk kendi yaşamını yönlendirecek
deneyime sahip değildir; bu nedenle de masumiyetini sömüren sinsi emellere
yem olmaktadır. Siyasal bir sorun olarak eğitimin güçlüğü de buradadır.
Ancak, önce çocuğun kendi bakış açısından ne söylenebileceğine bir göz
atalım.

  Kendi başlarına bırakıldığında çocukların çoğunluğunun okuma yazma
öğrenmeyecekleri, yaşamlarının koşullarına daha az uyumlu olarak
büyüyecekleri ortadadır. Eğitim kurumlarının var olması ve çocukların bir
ölçüde disiplin altında tutulmaları zorunludur. Ancak, hiçbir
otoriteye tam güvenilemeyeceğine göre, olabildiğince az otorite kullanmayı
amaçlamalı; eğitimde gençlerin doğal arzu ve güdülerinden yararlanma
yollarını aramalıyız. Bu, çoğu zaman sanıldığından çok daha olanaklıdır;
çünkü, ne de olsa, bilgi edinme arzusu gençlerin çoğunda doğal olarak vardır.
Öğretmeye değmeyecek bilgilere sahip olan, bu bilgileri de öğretme yeteneği
bulunmayan eğitim uzmanları, gençlerin yaradılışları gereği, eğitimden
dehşet duydukları sanısına kapılmışlar; bu yanlış sanıya da kendi
eksikliklerini görememeleri yüzünden düşmüşlerdir. Tchekov'un, bir kedi
yavrusuna fare tutmayı öğretmeye çalışan bir adamı konu alan,
hoş bir öyküsü vardır. Yavru, farelerin peşinden koşmayınca adam onu
dövermiş. Sonunda yetişkin bir kedi olduğunda, her fare gördüğünde
korkuyla yere siner olmuş. Tchekov şunu ekler: "Bana Latince öğreten de bu
adamdı." Kediler de yavrularına fare yakalamayı öğretir; ancak
bunun için onların içgüdülerinin uyanmasını beklerler. O zaman yavrular
bilginin elde edilmeye değer olduğu bir zamanda annelerine katılırlar;
böylece disipline de gerek kalmaz.

  Çocuğun yaşamının ilk iki üç yılı, bugüne kadar, eğitimcinin egemenliği
dışında kalmıştır; bu yılların da en çok öğrendiğimiz dönem olduğunda bütün
uzmanlar görüş birliği içindedir. Çocuklar konuşmayı kendi çabalarıyla
öğrenirler. Bir bebeği gözlemlemiş olan bir kimse bu çabanın büyüklüğünü
bilir. Bebek dikkatle dinler; dudak hareketlerine bakar; bütün gün ses
çıkarma talimleri yapar ve şaşılacak bir çaba gösterir. Kuşkusuz, büyükler
de övgülerle onu yüreklendirirler; ama yeni bir sözcük öğrenmediği
günlerde onu cezalandırmak akıllarından geçmez. Sağladıkları tek şey fırsat
ve övgüdür.

  Herhangi bir aşamada daha fazlasının gerekli olduğu da kuşku götürür.
Yapılacak şey çocuğa veya gence bilginin edinilmeye değer bir şey olduğunu
hissettirmektir. Bu bazen zor olur; çünkü gerçekte bilgi, öğrenmeye
değmeyen birşeydir. Bir başka zorluk da, tek bir doğrultuda oldukça çok
bilginin yararlı olduğu durumlarda ortaya çıkar; öyle ki, başlangıçta
öğrencinin sadece canı sıkılır. Ancak böyle durumlarda zorluk aşılamayacak
ölçülerde değildir. Örneğin matematik öğretimini ele alalım.

  Oundle'lu Sanderson hemen bütün erkek öğrencilerinin makinelere ilgi
duyduğunu farketti ve onlara oldukça gelişmiş makineler yapma olanağı
sağladı. Makinelerin yapımı sırasında bazı hesaplar yapmaları gerekti; ve
böylelikle, çok hevesli oldukları yapıcı girişimin başarısı için gerekli
olan matematiğe karşı da ilgileri gelişti. Bu yöntem pahalıdır; öğretmenin
de sabırlı ve becerikli olmasını gerektirir; fakat öğrencinin içgüdüleriyle
uyumludur; bu nedenle de daha az can sıkıntısı, daha çok çaba içermesi
olağandır. Çaba, hem hayvanlar hem de insanlar için doğaldır; ancak bu
içgüdüsel bir itiden kaynaklanan bir çaba olmalıdır. Bir futbol maçı bir
değirmen çarkına bağlanıp onu çevirmekten daha çok çaba gerektirir. Ancak
bunlardan birisi eğlence, öteki ise bir cezadır. Zihinsel çabanın ancak
nadiren zevk verici olduğunu varsaymak yanlıştır. Gerçek olan şudur ki, onun
zevkli bir şey olması için bazı koşullar gereklidir; ve de eğitimde bu
koşulları yaratmak için son zamanlara kadar bir girişimde bulunulmamıştır.
Bu koşulların başlıcaları şunlardır: önce, çözümü arzu edilen bir problemin
varlığı, sonra da bir çözüm elde etmenin olanaklı olabileceği umudu.

  David Copperfield'in aritmetik öğrenme yolunu anımsayalım:
"Dersler bittikten sonra daha da beteri başlar: korkunç bir aritmetik
problemi. Bu benim için hazırlanmıştır ve Mr. Murdstone bana sözlü
olarak sorar: Bir peynirciye gidip, her biri dört buçuk penny'den beş bin
çift Gloucester peyniri alsam, ne kadar ödeyeceğimi hesapla. Bunun,
kızı Miss Murdstone'u içten içe pek sevindirdiğini görürüm. Akşam yemeğine
kadar hiçbir sonuç alamadan, hiçbir ipucu göremeden, bu peynirler üzerinde
düşünür dururum. Taştahtanın tozları yüzümü kaplamış, tam bir meleze dönmüşken
yemekte bana, peynirlere eşlik etmek üzere yalnızca bir dilim ekmek verirler;
ben de gecenin geri kalan kısmını utanç içinde cezalı olarak geçiririm."
Bu zavallı çocuktan peynirlere ilgi duyması ya da problemi çözebilmesi
beklenemezdi. Eğer belirli büyüklükte bir kutu yapmak isteseydi ve
ona yeterince tahta ve çivi almak için harçlığını biriktirmesi söylenseydi
hesap gücü şaşılacak ölçüde kamçılanırdı.

  Bir çocuğun çözmesi istenen bir problemde varsayımsal hiçbir öge
bulunmamalıdır. Bir zamanlar genç bir çocuğun kendi aritmetik dersini
anlattığı bir yazı okumuştum. Öğretmeni şöyle bir problem sormuş: Eğer bir
at bir tayın üç katı değerinde ise, tayın fiyatı da 22 pound ise, atın
fiyatı ne olur? Çocuk "At hiç düşmüş müydü?" diye sorar. Öğretmen "Bu hiç
farketmez" deyince çocuk "Ama James -seyis- bunun çok farkettiğini söylüyor."
der. Kuramsal doğruları kavrama becerisi mantık yetisinin en son gelişen
aşamasıdır ve çok küçük çocuklardan beklenmemelidir. Biraz konu dışına
çıktık; şimdi ana temaya dönelim.

  Ben, uygun dürtülerle bütün çocukların entellektüel ilgilerinin harekete
geçirilebileceği fikrinde değilim. Bazılarının zekası ortalamanın çok
altındadır; onlar için özel yöntemler gerekir. Zeka düzeyleri çok farklı
çocukları aynı sınıfa koymak çok sakıncalıdır. Daha zeki olanların iyice
bildikleri şeyler anlatılırsa canları sıkılır; daha az zeki olanlar ise
henüz kavramadıkları şeylerin temelde bilinen şeyler olarak düşünülmesinden
üzüntü duyarlar. Konular ve yöntemler öğrencinin zeka düzeyine göre
ayarlanmalıdır. Macaulay Cambridge'de matematik öğrenmeye zorlanmıştı; ancak
bunun zaman kaybından başka bir şey olmadığı mektuplarından açıkça anlaşılıyor.
Ben de Latince ve Grekçe öğrenmeye zorlanmıştım. Bunu hiç istemiyordum; artık
konuşulmayan dilleri öğrenmenin saçma olduğunu düşünüyordum. Yıllar boyu
sürecek bu klasik öğrenimden sağlayacağım biraz yararı büyüdüğüm
zaman bir ay içinde elde edebilirdim. En zorunlu olan bilgiler verildikten
sonra, eğilimler dikkate alınmalı ve öğrencilere sadece kendilerinin ilgi
duyduğu şeyler öğretilmelidir. Bn yöntem, sıkıcı olmak kolaylarına giden
öğretmenlere, hele gereğinden çok çalıştırılıyorlarsa, ağır gelir. Bu güçlükler,
öğretmenlerin çalışma saatlerini azaltarak, onları öğretme sanatı konusunda
eğiterek aşılabilir. Bu eğitim ilkokul öğretmeni yetiştiren okullarda halen verilmektedir; ama
üniversitelerde ve genel okullarda yoktur.

  Eğitimde özgürlüğün çeşitli yönleri söz konusudur. İlk olarak öğrenme ve
öğrenmeme özgürlüğü gelir. Sonra, ne öğretileceği konusunda özgürlük vardır.
Yüksek öğretimde fikir özgürlüğü söz konusu olur. Öğrenme ve öğrenmeme
özgürlüğü çocuklukta ancak bir ölçüde kabul edilir. Geri zekalı olmayan
herkesin okuma yazma bilmesi güven altına alınmalıdır. Sadece fırsat
sağlamakla bunun ne ölçüde gerçekleşebileceği ancak deneyerek anlaşılabilir.
Yalnız fırsat yeterli olsa bile, bu fırsat çocuklara ulaştırılmalıdır.
Gerekli koşullar yoksa çocukların çoğu sokakta oynamayı yeğlerler. Daha ileri
yaşlarda tercihler, örneğin üniversiteye gidip gitmeme, gençlerin kendilerine
bırakılmalıdır; bazıları gitmek ister, bazıları istemez. Bu giriş
sınavları kadar iyi bir seçim ilkesidir. Derslere çalışmayan hiç kimsenin
üniversitede kalmasına izin verilmemelidir. Yıllarını üniversitede
boşuna harcayan zengin gençler hem başkalarının cesaretini kırar, hem de
kendileri bir işe yaramamayı öğrenirler. Üniversitede kalabilmek için çok
çalışma zorunluluğu getirilirse üniversiteler entellektüel uğraşlardan
hoşlanmayan kişiler için çekici olmaktan çıkar.

  Ne öğrenileceğine karar verme özgürlüğü şimdikinden çok daha fazla
olmalıdır. Konuları birbiriyle olan doğal yakınlıkları bakımından
gruplamanın gerekli olduğu kanısındayım. Seçmeli ders sisteminin ciddi
sakıncaları vardır; gençleri birbiriyle hiç ilgisi olmayan dersler
seçmekte özgür bırakır. Sınırsız mali olanaklarla bir düş ülkesinde, Ütopya
da, eğitimi örgütlüyor olsaydım on iki yaşlarındaki her çocuğa klasik
bilgiler (Grek ve Latin edebiyatı, sanatı ve kültürü), matematik ve bilim
dersleri aldırırdım. İki yıl sonra çocuğun yeteneklerinin hangi yönde olduğu
ortaya çıkar, çocuğun hoşlandığı konular güvenli bir gösterge oluştururdu;
yeter ki "işin kolayına kaçma"lar olmasın.

  On dört yaşından sonra da, istedikleri takdirde belli konularda
derinleşmelerine izin verirdim. Bu uzmanlaşma, önceleri çok geniş alanları
kapsar, eğitim ilerledikçe daha belirgin sınırlarda yoğunlaşırdı. Her konuda
bilgi sahibi olmak çağımızda artık olanaksızlaşmıştır. Gayretli bir kimse
biraz tarih ve edebiyat öğrenebilir, ki bunlar da klasik konuları ve çağdaş
dilleri bilmeyi gerektirir. Veya matematiğin bazı konularını, veya bir ya da
iki bilim dalında bir şeyler öğrenebilir. Ancak her alanda eğitim
ideali artık söz konusu değildir; bilgilerin çoğalması onu yoketmiştir.
Çeşitli özgürlükler arasında gerek öğretmenler gerek öğrenciler açısından en
önemli olanı düşünce özgürlüğüdür ve bu hiçbir sınırlama gerektirmeyen tek
özgürlük türüdür. Bu özgürlüğün var olmadığını göz önüne alarak, lehinde
ileri sürülen savları özetlemekte yarar vardır.

  Düşünce özgürlüğü lehindeki temel sav bütün inançlarımızın kuşku götürür
olmasıdır. Eğer doğru olanı kesin olarak bilirsek onun öğretilmesi de söz
konusu olur. Bu durumda da, doğru, özünde var olan akla uygunluk sayesinde,
otoriteye başvurulmaksızın öğretilebilir.

  Çarpım tablosu hakkında heretik (yerleşmiş kanılara aykırı düşen)
düşünceleri olan bir kişinin aritmetik öğretmesini yasaklayan bir yasa
çıkarmaya gerek yoktur. Çünkü bu durumda, doğru kendini göstermektedir;
cezalarla korunması gerekmez. Devlet bir doktrinin öğretilmesini sağlamak
için işe karışıyorsa, nedeni bu doktrinin doğruluğu hakkında kesin kanıt
olmamasıdır. Bu demektir ki, öğretilen şey doğru olsa bile, eğitimce dürüst
değildir. New York eyaletinde komünizmin iyi olduğunu öğretmek,
son yıllara kadar yasaya aykırıydı; Sovyet Rusya'da ise komünizmin kötü
olduğunu öğretmek yasaya aykırıdır. Bu görüşlerden birinin doğru,
ötekinin yanlış olduğu kuşkusuzdur; ancak hiç kimse hangisinin doğru olduğunu
bilmiyor. Ya New York eyaleti ya da Sovyet Rusya doğru olanı öğretiyor,
yanlış olanı yasaklıyor; ancak her ikisi de dürüst olarak öğretmiyor.
Çünkü her ikisi de kuşku götürür bir önermeyi kesinmiş gibi dile getiriyor.

  Doğruluk ile dürüstlük arasındaki fark bu bağlamda çok önemlidir. Doğruluk
tanrılara özgüdür; bizim bakış açımızdan ise ancak yaklaşabildiğimiz, fakat
ulaşmayı bekleyemeyeceğimiz bir idealdir. Eğitim bize doğruya elden
geldiği kadar yakınlaşma yeteneği sağlar; bunun için bize dürüstlük
öğretmelidir. Benim kastettiğim dürüstlük görüşlerimizi kanıtlara
dayanarak oluşturma ve onlara kanıtların öngördüğü ölçüde güvenme
alışkanlığıdır. Bu ölçü hiçbir zaman kesinliğe ulaşamaz; bu nedenle,
görüşlerimize ters düşen yeni kanıtları kabule her zaman hazır olmalıyız.
Ayrıca, bir kanıya dayanarak yapacağımız eylemlerden, olanak varsa, yararlı
olabilecek olanlarını seçmeliyiz; kanımızın kesin doğru olmaması durumunda
acı sonuçlara yol açabilecek eylemlerden kaçınmalıyız. Bilimde bir gözlemci,
sonuçları "olası hata" değerleri ile birlikte ifade eder.

  Bir ilahiyatçı veya politikacının dogmalarındaki olası hata payını
belirttiğini, ya da onlarda herhangi bir hatanın var olabileceğini kabul
ettiğini duyan var mıdır? Çünkü gerçek bilgiye en yaklaştığımız alan olan
bilimde, kişi öne sürdüğü şeyin sağlamlığına rahatça güvenebilir. Buna
karşılık, hiçbir şeyin bilinmediği konularda başkalarının bizim görüşlerimize
katılmasını sağlamanın alışılagelmiş yöntemleri gürültülü iddialar ve
hipnotizmadır. Evrim teorisine karşı geçerli bir savları olduğunu düşünselerdi
köktenci dinciler onun öğretilmesini yasal yollarla engellemezlerdi.

  İnsanlara politik, dinsel veya ahlaki konularda, kalıplaşmış doktrinleri
öğretme alışkanlığının çeşitli olumsuz etkileri vardır. Bunlardan başta
geleni, dürüstlüğü zihinsel çaba ile birleştirmiş kişileri öğretmenlik
mesleğinden uzaklaştırmasıdır; öğrenciler üzerinde en olumlu ahlaki ve
zihinsel etki yapmaları olası olanlar da bu kişilerdir. Üç örnek vereceğim.
Birincisi politikadan: Amerika'da bir ekonomi hocasından, en varlıklıların
varlığını ve gücünü artırıcı doktrinlerin öğretmesi beklenir. Bunu
yapmayacaksa en iyisi, önceleri Harvard'dayken şimdi London School of Economics'in
(Londra Ekonomi Okulu) en değerli hocalarından biri olan Mr. Laski'nin
yaptığı gibi, başka bir ülkeye göç etmektir. İkinci örnek din
alanından: Kalburüstü seçkin aydınların oldukça büyük çoğunluğu hıristiyan
dinine inanmazlar; ancak, gelirlerini kaybetmekten korktukları için bunu
kamudan saklarlar. Bu en önemli konuda, düşünceleri ve savları bilinmeye
en çok değer olan bu kişilerin çoğu, sessizliğe mahkumdur.

  Üçüncü örnek ahlak kuralları konusunda: Hemen bütün erkekler yaşamlarının
bir döneminde cinsel kaçamaklar yapmıştır. Bu gerçeği gizleyenlerin
gizlemeyenlerden daha suçlu oldukları ortadadır; çünkü işin içine bir de
ikiyüzlülük suçu girmektedir. Ne var ki, eğitim kadroları yalnız ikiyüzlülere
açıktır.

  Geleneksel kalıplara bağlılığın öğretmen karakteri ve seçimi üzerindeki
etkileri için bu kadarı yeterlidir. Şimdi öğrenciler üzerindeki etkilere
geçiyorum. Bunu zihinsel ve ahlaki olmak üzere iki şekilde ele alacağım.
Zihinsel açıdan, uygulamadaki önemi bariz olan bir sorun hakkında
birbirinden farklı fikirlerin var olduğunu bilmek bir genç üzerinde uyarıcı
bir etki yapar.

  Örneğin, ekonomi öğrenen bir genç, bireyciler ve sosyalistler, korumacı ve
serbest ticaret yanlıları, enflasyonist ve altın standardı yanlıları
tarafından verilen dersler dinlemelidir; farklı ekol yanlılarınca öğütlenen
kitapları okumaya teşvik edilmelidir. Böylelikle, fikirler ile bunların
dayandığı kanıtları karşılaştırmayı; hiçbir fikrin mutlak doğru olmadığını;
insanları, daha önce bildikleriyle uyum içinde olup olmamalarına göre değil,
niteliklerine göre değerlendirmeyi öğrenir. Tarih, insanın yalnız
kendi ülkesinin bakış açısından değil aynı zamanda yabancıların bakış
açısından da öğretilmelidir. Eğer tarih İngiltere'de Fransızlar tarafından,
Fransa'da İngilizler tarafından okutulsaydı, iki ülke arasında anlaşmazlık
çıkmazdı; herbiri diğerinin bakış açısını anlardı.

  Bir genç, soruların bütün yanıtlara açık olduğunu ve bir tartışmanın, ne
sonuç verirse versin, sürdürülmesi gerektiğini öğrenmelidir. Bir süre sonra,
geçimini kazanmaya başlayınca, günlük yaşamın gerekleri bu tutumu kökten
değiştirecektir; ancak o zamana kadar özgürce düşünme zevkini tatması teşvik
edilmelidir.

  Gençlere geleneksel kalıpları öğretmek ahlaki yönden çok zararlıdır.
Sadece, yetenekli öğretmenleri ikiyüzlülüğe sürüklemesi ve bu
nedenle kötü bir ahlaki örnek oluşturması değil; daha da önemlisi,
hoşgörüsüzlüğü ve sürü içgüdüsünün zararlı yönlerini canlandırması
da söz konusudur. Edmund Gosse Father and Son (Baba ve Oğul) kitabında,
çocukluğunda, babasının tekrar evleneceğini kendisine nasıl
söylediğini anlatır. Çocuk babasının utanç duymasına neden olan birşeylerin
var olduğunu farkeder ve sonunda dehşet içinde "Baba, yoksa o kadın bir
çocuk vaftizcisi mi?" diye sorar. Öyledir de. Oğul, o ana kadar, bütün çocuk
vaftizcilerinin çok kötü kişiler olduğuna inanmıştır. Katolik okullardaki
çocuklar protestanların kötü olduğuna, İngilizce konuşulan bütün ülkelerdeki
bütün okullardaki çocuklar ateistlerin kötü olduğuna, Fransa'daki
çocuklar Almanların, Almanya'daki çocuklar Fransızların kötü olduğuna
inanırlar.

  Eğer bir okul akıl yoluyla savunulamayan bir görüşü öğretmeyi
görevleri arasında sayarsa -hemen bütün okullar bunu yaparlar- karşıt görüşte
olanların kötü olduğu izlenimini vermekten de kaçınamaz; çünkü mantığın
saldırısını püskürtmek için gerekli olan öfkeyi başka türlü yaratamaz. Bu
şekilde, yerleşmiş kalıpları korumak için çocuklar acımasız, hoşgörüsüz,
haşin ve saldırgan hale getirilmektedirler. Politik, dinsel ve ahlaki
konularda kesin fikirler aşılandığı sürece de bundan kaçınmak
olanaksızdır.

  Son olarak, bireyde meydana getirilen bu manevi hasarın toplumda yol
açtığı tarifsiz zarara değineceğim. Savaş ve zulüm her yerde
yaygındır ve bunlar her yerde, okullarda verilen eğitimle olanaklı
kılınmışlardır. Wellington, Waterloo Savaşı'nın Eton'un spor alanlarında
kazanıldığını söylerdi. Devrim Fransasına açılan savaşın Eton'un sınıflarında
kışkırtıldığını söylese daha doğru olurdu. Demokratik çağımızda Eton önemini
yitirmiştir; şimdi önemli olan normal ilk ve ortaokullardır. Her ülkede
bayraklar açılarak İmparatorluk Bayramı, 4 Temmuz (Amarika bağımsızlık
bayramı) kutlamalarıyla, Subay Eğitim Birlikleriyle vs, erkek çocuklara öldürme
zevkini, kız çocuklara da öldürme yanlısı erkeklerin en saygıdeğer kişiler
olduğu inancını aşılamak için her yola başvurulmaktadır. Yetkililer öğretmen
ve öğrencilerin düşünce özgürlüğüne izin verseler, masum çocukların karşı
karşıya kaldığı bu manevi çöküntü sistemi de olanaksız olurdu.

  Kötülüklerin kaynağı sistematik bir politik disiplin altına alma
uygulamasındadır. Eğitimden sorumlu makamlar çocuklara, dinlerin varsayması
gerektiği gibi, ruhları kurtarılacak insanlar olarak bakmıyorlar.
Onlar çocukları gösterişli ve heybetli sosyal planlarının hammaddesi
olarak görüyorlar; geleceğin fabrika "işçileri", savaşın "süngüleri", ya da
bunların benzerleri olarak. Her öğrencinin, kendine özgü hakları ve kişiliği
olan, başlı başına bir amaç oluşturduğunu göremeyen; onları sadece
bul-yap bilmecesinin bir parçası, taburunun bir eri, devletin bir vatandaşı
sayan kimseler eğiticilik yapmaya elverişli değildir. İnsan
kişiliğine saygı her sosyal problemde, ama özellikle eğitimde,
bilgeliğin ilk koşuludur.

  Psikoloji ve Politika

  Bu denemede psikolojinin yakın zamanda politika üzerindeki olası
etkilerinin niteliği üzerinde durmak istiyorum. Bu anlamda, hem olumlu,
hem olumsuz etkilerden söz etmek niyetindeyim.

  Politik fikirler mantığa dayanmazlar. Altın standardının kabulü
gibi teknik bir konunun kararlaştırılmasının temelinde bile duygusallık
vardır; ve psikanilizcilere göre, bu duygusallık kibar
bir toplulukta dile getirilecek türden değildir. Yetişkin bir kişinin
duyguları, eğitimin yarattığı geniş bir dış kabuğun sarmaladığı bir içgüdü
çekirdeğinden oluşur. Eğitimin devreye girmesi, düş gücünü etkilemek
şeklinde kendini gösterir. Herkes kendini iyi bir kimse olarak görmek
ister; bu nedenle de, hem çabaları hem de kuruntuları, onu başarıya
götürecek en iyi olanak olarak gördüğü şeylerin etkisinde kalır. Psikoloji
öğrenmekle "iyi insan" kavramımızın değişikliğe uğrayacağını sanıyorum. Eğer
öyle olursa, politika üzerindeki etkisinin çok büyük olacağı da ortadadır.

  Gençliğinde çağdaş psikolojiyi öğrenmiş olan bir kimsenin Lord Curzon'a,
ya da Londra piskoposuna benzeyebileceğinden kuşku duyarım.

  Bütün bilimlerin iki tür etkide bulunması söz konusu olabilir. Birincisi,
uzmanların, güç sahiplerinin yararlanacağı keşif ve icatlarda bulunmasıdır.
İkincisi de, bilimin insanların düş gücünü etkilemesi, bu yolla da kurdukları
analojilerde ve beklentilerinde değişiklikler meydana getirmesidir. Tam
olarak ifade etmek gerekirse, yaşam tarzını değiştirmek gibi, pek çok
sonuçları olan, üçüncü bir etkisi daha vardır. Fiziksel bilimlerde, bu üç
tür etki günümüzde iyice belirginleşmiş bulunmaktadır. Uçaklar birinciye
örnektir. Makineleşmeye dayalı yaşam görüşü ikinciye, toplumun büyük
bölümünün tarım ve kırsal yaşamdan sanayi ve şehir yaşamına geçmesi de
üçüncüye örnek gösterilebilir.

  Psikolojinin etkilerine gelince, bu alanda hala geleceğe yönelik
tahminlere bel bağlamak zorundayız. Geleceğe yönelik tahminler her zaman
cüretkardır. Ancak birinci ve üçüncü türden etkiler konusunda, düşsel
bakış açısındaki değişikliklere bağlı olan etkilere oranla, daha da
cüretkardır. Bu nedenle, ben öncelikle ve daha çok bu iki tür etki üzerinde
duracağım.

  Biraz tarihe göz atmak konuya yaklaşmakta bize yardımcı olabilir.
Ortaçağ da bütün politik sorunlar, analojiler şeklinde ortaya çıkan teolojik
savlara göre çözümlenirdi. En önemli çatışma Papa ile İmparator arasındaydı:
Papa'nın Güneş, İmparator'un da Ay olduğu kabul edilirdi; böylece, kazanan
Papa olmuştu. Papa'nın daha güçlü orduları olduğu için kazandığını söylemek
yanlış olur. Papa'nın ordusu, asker toplama görevini üstlenen Fransisken
(St. Francis tarafından, 1209 yılında, Orta İtalya'da, Assin kasabasında
kurulan mezhep. (Ç.N.)) rahiplerin ileri sürdüğü Güneş-ve-Ay analojisinin
gücüne dayanıyordu.

  İnsan kütlelerini gerçekten harekete geçiren ve önemli konuları sonuca
götüren de bu tür şeylerdir. Günümüzde bazı kişiler toplumu bir makine,
bazıları da bir ağaç olarak düşünürler. Faşistler,
emperyalistler, sanayiciler ve bolşevikler birinci
gruba; anayasa yanlıları, toprak sahipleri veya
barışçılar da ikinci gruba girerler. Tartışma Guelfler
ve Ghibelline'ler (Ortaçağ İtalyasında, İmparator yanlısı aristokratların
siyasal partisi olan Ghibellinelere karşı olan, Papa yanlısı siyasal parti
üyeleri. (Ç.N)) tartışması kadar anlamsızdır; çünkü toplum
ne ağaçtır ne de makine.

  Rönesans'la beraber ikinci bir etken ortaya çıkar: edebiyat,
özellikle de klasik edebiyat. Bu etken, çoğunlukla, devlet okullarında ve
eski üniversitelerde okumuş olanlar arasında günümüze dek süregelmiştir.
Profesör Gilbert Murray'in, ((1866-1957): İngiliz bilgin ve devlet
adamı. (Ç.N.)) bir sorun hakkında karar vermeden önce ilk
tepkisinin sanki "Euripides (İ.Ö. 5. yüzyılda yaşamış Grek tiyatro
yazarı. (Ç.N.)) bu konuda ne derdi?" diye sormak olduğunu
hissederiz. Bu görüş artık gücünü yitirmiştir. Ancak, Rönesans'ta ve
onsekizinci yüzyılın Fransız Devrimi'ne kadarki kesitinde bu görüş egemen
olmuştur. Devrimin ünlü hatipleri kendilerini togalar içinde görürler,
sürekli olarak da Roma'nın parlak erdemlerinden söz ederlerdi. Montesquieu
ve Rousseau gibi yazarlar günümüz yazarlarının herhangi birinin
sahip olabileceğinin çok üstünde etkiye sahiptiler. Amerikan anayasasının,
Montesquieu'nün İngiliz anayasası olarak düşlediği yasa olduğu söylenebilir.
Roma hayranlığının Code Napoleon (Napolyon'un gözetiminde 1804'de
yasalaşan Fransız Medeni Kanunu. (Ç.N.)) üzerindeki etkisinin
ayrıntılarından söz edecek ölçüde bir hukukçu değilim.

  Sanayi devrimi ile yeni bir çağa, fizik çağına
girmiş bulunuyoruz. Bilim adamları, özellikle Galileo ve Newton, bu çağın
temelini hazırladılar; ancak çağı başlatan, ekonominin tekniğine
bilimin girmesi oldu. Makine çok tuhaf bir nesnedir: bilinen bilimsel
yasalar uyarınca çalışır (öyle olmasaydı zaten üretilemezdi); kendi
dışında, insanla, daha çok insanın fiziksel yaşamıyla ilgili olan belirli
bir amacı vardır. Makinenin insanla ilişkisi, Kalvenci teolojide insanın
Tanrı ile olan ilişkisinin aynıdır. Sanayileşmenin Anglikanlar değil de
Protestanlar ve İngiltere Kilisesi dışındakiler tarafından icadedilmesinin
nedeni belki de budur. Makine analojisinin düşünce dünyamız üzerinde derin
etkileri vardır. Dünyaya "mekanik" bir bakış açısı, "mekanik" açıklama, vb.
deyimler kullandığımızda, bunları fizik yasaları diliyle bir açıklama
anlamında kullanırız; ancak, makinenin teolojik yönünü, yani kendi dışında
var olan bir amaca yönelik olduğunu da, belki de bilinç-dışı olarak,
belirtmiş oluruz. Demek ki, toplumu bir makineye benzetirsek, onun kendi
dışında bir tür amacının var olduğunu düşünmekteyiz. Artık onun Tanrı'yı
yüceltmek için var olduğunu söylemek bizi tatmin etmiyor. Tanrı ile eş
anlamlı sözcükler bulma sıkıntımız da yok: örneğin İngiltere Merkez Bankası,
İngiliz İmparatorluğu, Standart Petrol Şirketi, Komunist Parti, vb.
Savaşlarımız da bu eş anlamlı sözcükler arasındaki çatışmalardır; yani,
Ortaçağ'ın Güneş-ve-Ay sorununun tekrarı.

  Fizik biliminin güçlü olması, onun günlük yaşamı büyük ölçüde değiştiren
kesin bir bilim dalı olmasından dolayıdır. Bu değişim onun insanı
değil, ortamı etkilemesi ile ortaya çıkmıştır. Aynı ölçüde kesin ve insanı
doğrudan etkileyen başka bir bilim dalı var olsaydı fizik gölgede kalırdı.
İşte psikoloji bir gün böyle bir bilim haline gelebilir. Son zamanlara kadar
psikoloji önemsiz bir felsefi laf kalabalığı sayılırdı -gençliğimde edindiğim
eğitimsel psikolojik bilgiler öğrenmeye değer şeyler değildi. Ancak
şimdilerde psikolojiye iki değişik yaklaşım var ve ikisi de önemli: birisi
fizyologların, öteki de psikanalizcilerin yaklaşımı. Bu iki yaklaşımın
sonuçları daha belirgin ve kesin hale geldiğinde, insanların bakış açısına
da giderek psikolojinin egemen olacağı açıktır.

  Buna örnek olarak eğitimi ele alalım. Eskiden yaygın olan görüşe göre
eğitime sekiz yaşında ve Latince çekimlerle başlamak gerekiyordu;
bu yaş öncesinde neler olduğu önemli sayılmazdı. İşçi Partisi'ne temelde
hala aynı görüşün egemen olduğu görülüyor; iktidardayen küçüklere anaokulu
açmak yerine, on dört yaş sonrası eğitimi geliştirmeye daha çok önem
verdiler.

  Dikkati ileri yaştaki eğitim üzerinde yoğunlaştırmak, eğitimin gücüne
duyulan güven konusunda kötümserliği de içerir; gerçekten başarabileceği
tek şeyin, insanı geçimini kazanır duruma getirebileceği olduğu düşünülür.
Ancak bilimsel yaklaşım, eğitime, çok daha erken yaşlarda başlamak
koşuluyla, eskiden olduğundan çok fazla güç atfetmektedir. Psikanalizciler
eğitime doğumla birlikte başlanmasını isterler; biyologlar ise daha da önce.
Bir balığa iki yanda birer göz yerine, ortada tek bir göze sahip olmayı
öğretebilirsiniz (Jennings, Prometheus, s. 60). Ancak bunu yapmak için,
işe balık doğmadan çok önce başlamanız gerekir. Şimdilik, memelilerin
doğum öncesi eğitimini gerçekleştirmek için birtakım güçlükleri aşmak
gerekiyorsa da, ileride olasılıkla bu da başarılacaktır.

  Bana "eğitim"i çok garip bir anlamda kullandığımı söyleyeceksiniz. Bir
balığın görünümünü çarpıtmak ile bir çocuğa Latince gramer öğretmek arasında
ortak olan nedir? Bana, bu ikisinin çok benzer göründüklerini söylemeliyim:
ikisi de deneycinin zevki uğruna verilen gereksiz zarardır. Bunun
eğitimin tanımı için pek geçerli olduğunu söyleyemem. Eğitimin özü, bir
organizmada teknisyenin amaçları doğrultusunda bir değişim -ölüm dışında-
elde etmektir. Doğal olarak, teknisyen öğrenciyi geliştirmeyi amaçladığını
söyler; ancak bu sözler tarafsız bir bakışla, doğrulanabilir bir gerçeği
yansıtmamaktadır.

  Bir organizmayı değiştirmenin türlü yolları vardır. Bir gözünü kaybeden
balık veya apendiksini aldıran adam örneğinde olduğu gibi, organizmanın
anatomisini değiştirebilirsiniz. Metabolizmasını, örneğin ilaçlarla
değiştirebilirsiniz. İlişkiler yaratarak alışkanlıklarını değiştirebilirsiniz.
Normal öğretim de bu sonuncusunun bir özel halidir. Organizma çok yeni
olduğundan, öğretim dışında kalan eğitimde değişim sağlanabilir. Geri
zekalılık ile iyot eksikliği arasındaki bağlantı herkesçe bilinir. Belki
zeki kişilerin, yeterince temiz olmayan kaplarda oluşan bazı ender
bileşimlerin, yiyeceklerine çok az miktarda istenmeden karıştığı kimseler
olduğunu bir gün keşfedeceğiz. Ya da, belirleyici etken, belki de annenin
hamilelik dönemindeki beslenme yöntemidir. Bu konuda hiçbir şey bilmesem
de semenderlerin eğitimi konusunda insanlarınkinden çok daha fazla bilgi
sahibi olduğumuzu biliyorum. Bunun temel nedeni de semenderlerin
ruhları olmadığını düşünmemizdir.

  Erken eğitimin psikolojik yönüne doğumdan
önce başlamak pek olanaklı değildir. Çünkü bu
eğitim daha çok alışkanlıklar edinilmesiyle ilişkilidir; doğum
öncesi alışkanlıklar ise doğum sonrasında, çoğu kez, işe yaramazlar.
Ancak ilk yılların karakterin oluşmasındaki çok büyük önemi sanırım
kuşku götürmez. Zihinsel konuların beden aracılığıyla ele alınmasını
savunanlarla doğrudan ele alınmasını savunanlar arasında, bana göre tümüyle
gereksiz olan bir çatışma vardır. Eski ekolden tıp adamları, hıristiyanlığa
içtenlikle inandıkları halde, materyalist olma eğilimindedirler; ruhsal
bozuklukların bedensel nedenleri olduğuna, tedavinin de bu nedenleri
gidererek yapılması gerektiğine inanırlar. Psikanalizciler ise, bunun
tersine, hep psikolojik nedenler ararlar ve onlar üzerinde uğraşırlar. Bana
göre, bütün bu gereksiz çatışmalar zihin-ve-madde dualizmi ile bağıntılıdır.

  Bazen dipte yatan fiziksel nedeni, bazen de dipte yatan psikolojik nedeni
bulmak daha kolaydır. Ben, bunların her ikisinin de aynı zamanda var
olduğu ve belli bir durum söz konusu olduğunda, en kolay bulunabilecek olanı
üzerinde durmanın akıllıca olacağı kanısındayım. Bir vakayı tentürdiyot
sürerek, bir başkasını fobiyi ortadan kaldırarak tedavi etmekte bir
tutarsızlık yoktur.

  Politikaya psikolojik açıdan bakmaya çalıştığımızda, konuya doğal yaklaşım,
sıradan insanların temel duygusal dürtülerini ve bunların çevrenin etkisiyle
nasıl geliştirilebileceğini araştırarak işe başlamaktır. Yüz yıl
öncesinin ortodoks ekonomistleri politikacının dikkate alması
gereken yegane şeyin elde etmek güdüsü olduğunu düşünürlerdi. Bu görüş
Marx tarafından benimsenmiş ve tarihe ekonomik açıdan getirdiği yorumun
temelini oluşturmuştur. Bu görüş fizikten ve sanayileşmekten kaynaklanmıştır
ve çağımızda fizik biliminin düş gücünü etkileyen egemenliğinin bir ürünüdür.
Günümüzde bu görüşü benimseyenler kapitalistler, komünistler, The Times
gazetesi ve yargıçlar gibi saygın kurum ve kişilerdir. Bu son ikisi,
işsizlik tazminatıyla geçinen bir adamla evlenmek uğruna kazancını feda eden
bir genç kadın görünce şaşkınlıklarını saklayamazlar. Onlara göre mutluluk
gelir ile orantılıdır; evde kalmış varlıklı bir bayan evli bir yoksul
bayandan daha mutlu olmalıdır. Bu düşüncenin doğru olduğunu göstermek
için de evli yoksul bayana acı çektirmek için elimizden gelen herşeyi
yaparız.

  Psikanalizciler de, ortodoksluğa ve Marksizme karşı, insanın temel
dürtüsünün cinsellik olduğunu söylerler. Onlara göre elde etme dürtüsü
hastalık haline gelmiş bir tür cinsel sapıklıktır. Bu görüşün yandaşlarının
ekonomik görüşü destekleyenlerden çok farklı davranacağı ortadadır. Bazı
patolojik kişiler dışında herkes mutlu olmayı arzular; ancak insanların
çoğunluğu mutluluğu nelerin oluşturduğu konusunda o gün yaygın olan teoriyi
kabullenir. Eğer zenginliğin mutluluk olduğunu düşünüyorlarsa, cinselliğin
zorunlu olduğunu düşünmeleri durumunda davranacaklarından farklı davranacaklardır.
Ben her iki görüşün de tam doğru olmadığı; ancak ikincisinin birincisinden
daha az zararlı olduğu kanısındayım. Burada, ortaya çıkan mutluluğun nelerden
oluştuğu konusunda doğru bir teorinin önemi ortaya çıkıyor.

  Meslek seçimi gibi önemli konularda kişi, büyük ölçüde, teorilerin
etkisinde kalır. Eğer yaygın olan teori gerçeğe uygun değilse, başarılı
kişiler mutsuz olacak, ama bunun nedenini bilmeyeceklerdir. Bu onları
öfkeyle dolduracak, bu öfke de bilinç-dışı olarak kıskandıkları gençleri
boğazlama arzusuna yol açacaktır. Çağdaş politikaların çoğu, her ne kadar
ekonomik temellere dayanıyor görünseler de, aslında içgüdüsel doyum
yokluğundan kaynaklanan öfkeye dayanmaktadır; bu doyum yokluğuna da, büyük
ölçüde, revaçta olan hatalı psikolojik görüş neden olmaktadır.

  Cinselliğin yeterli olduğunu sanmıyorum. Cinsellik engellendiği zaman,
özellikle politikada, önemli bir etken olur. Evlenmemiş yaşlı hanımlar,
savaş sırasında, biraz da genç erkeklerce ihmal edilmelerinden kaynaklanan,
saldırgan bir tutuma girmişlerdir. Hala da anormal derecede kavgacıdırlar.
Ateşkesten hemen sonra trenle Saltash köprüsünden geçerken aşağıda demir
atmış birçok savaş gemisi gördüğümü anımsarım. Kompartmandaki iki yaşlıca
hanım birbirleriyle "Bunları böyle aylak yatar görmek ne üzücü," diye
konuşuyarlardı. Doyurulmuş cinsellik ise politikayı artık etkilemez. Açlık
ve susuzluğun politik açıdan daha önemli olduğunu söyleyebilirim.
Ailenin öneminden dolayı, ana-babalık son derece önemlidir. Rivers bunun
özel mülkiyetin kaynağı olduğunu bile öne sürmüştü. Ancak ana-baba olmak
cinsellikle karıştırılmamalıdır.

  Yaşamın korunmasına ve nüfusun artmasına hizmet eden güdüler yanında,
genellikle şan şöhret diyebileceğimiz şeyle ilgili başka güdüler
de vardır: güç tutkusu, kendini beğenmişlik, ve rekabet. Bunların politikada
çok önemli rol oynadığı su götürmez. Eğer politikanın yaşamı çekilmez hale
getirmesini istemiyorsak, bu şan şöhret güdüleri dizginlenmeli ve kendi
sınırlarını aşmamaları sağlanmalıdır.

  Temel güdülerimiz iyi veya kötü değildirler; etik açıdan nötrdürler.
Eğitim onların iyi yönde biçimlendirilmesini amaçlamalıdır. Günümüzde
bile hıristiyanların pek hoşlandıkları eski yöntem, güdüleri engellemeye
yöneliktir; yeni yöntem ise güdüleri, onlardan yararlanacak biçimde
şekillendirme yönündedir. Güç tutkusunu ele alalım: Hıristiyanlığın
öngördüğü alçakgönüllülüğü öğütlemenin bir yararı yoktur; o sadece bu
itiyi ikiyüzlülüğe dönüştürür. Yapılacak şey ona yararlı çıkış yolları
sağlamaktır. Doğuştan gelen güdüler binbir yolla tatmin edilebilir -zulüm,
politika, ticaret, bilim sanat gibi. Kişi kendi becerisi doğrultusunda bir
yol seçerek güç tutkusuna bir çıkış yolu sağlar; gençliğinde edindiği
beceri türüne uygun şu veya bu mesleği seçer. Devlet okullarımızın tek amacı
yalnız ve yalnız baskı altına alma tekniğini öğretmektir. Bunun sonucu
olarak da beyaz ırkın sorumluluğunu yüklenen insanlar yetiştirmektedirler.
Eğer bu insanlara bilim yapma olanağı tanınsa çoğu bunu yeğlerdi.

  İki konuda ustalaşmış bir kimse genellikle bunlardan daha zor olanı
üzerinde çalışmayı yeğler; hiçbir satranççı dama oynamaz. Becerinin erdeme
yardımcı olması bu yolla sağlanabilir.
 
  Başka bir örnek olarak korkuyu ele alalım. Rivers tehlike
karşısında gösterilen ve her biri belirli koşullarda geçerli
olan dört tür tepki sayıyor:

  1. Korkma ve Kaçma

  2. Öfke ve Dövüşme

  3. Şaşırtmaca

  4. Paralize olma

  Bunlar içinde en iyisinin üçüncüsü olduğu ortadadır; ancak,
özel beceri sahibi olmayı gerektirir. İkincisi militaristler,
erkek öğretmenler, rahipler, vb. tarafından "cesaret" adı altında
övülür. Bütün yönetici sınıflar kendi bireylerinde bu tepkiyi,
egemenlikleri altındaki toplumlarda da korkma ve kaçmayı oluşturmayı
amaçlar. Aynı şekilde kadınlar da günümüze dek,
özenle, ürkek olacak şekilde yetiştirilmişlerdir.
İşçi sınıfında taklitçilik ve sosyal uysallık şeklinde kendini
gösteren aşağılık kompleksi günümüzde de mevcuttur.

  Psikolojinin, güç sahiplerinin eline yeni yeni
silahlar vermesi olasıdır. O zaman uysallığı ve
ürkekliği yaygınlaştırabilecekler; kitleleri gittikçe daha
çok evcil hayvanlara dönüştürebileceklerdir. Güç sahipleri
derken sadece sermaye sahiplerini değil, aynı zamanda sendika ve İşçi
Partisi'ninkiler dahil, bütün görevlileri kastediyorum. Her görevli,
elinde yetki bulunduran herkes, emri altındakilerin uysal olmalarını ister.
Bu kimseler, emirleri altındakiler, kendilerinin
ihsan etmek lütfunda bulunduğu şeyler için
minnettar olacak yerde, nelerle mutlu olacakları
konusunda kendileri karar vermek isterlerse, öfkelenirler.
Miras yoluyla geçiş ilkesi, geçmişte,
yönetici sınıfın çoğunluğunun tembel ve etkisiz
kalmasını sağlamıştı. Bu başkalarına şans vermek demekti.

  Eğer yönetici sınıf her nesilde kendi çabalarıyla yükselmiş en dinamik
kişilerden oluşursa, sıradan ölümlüler için durum çok karanlık olur.
Böyle bir dünyada tembellerin, yani başkalarının işine karışmak
istemeyenlerin haklarının nasıl savunulacağını kestirmek zordur.
Gücün itişip kakışma karşılığında elde edildiği bir dünyada yumuşakbaşlı
insanların da bir şansı olacaksa, gençliklerinde korkusuzluğu ve
enerjik olmayı öğrenmeleri gerekli gibi görünüyor. Demokrasi belki de
geçici bir evredir. Eğer öyleyse, psikoloji, kölelerin zincirlerini
perçinlemeye hizmet edecektir. Bu nedenle, demokrasiyi, baskı tekniği
kusursuzluğa erişmeden önce, güçlendirmek büyük önem taşımaktadır.

  Başlangıçta sözünü ettiğim bilimin üç etkisine geri dönelim. Hükümet
şeklinin ne olacağını bilmiyorsak iktidardakilerin psikolojiden nasıl
yararlanacaklarını da tahmin edemeyiz. Her bilim gibi psikoloji de
yetkililerin eline yeni silahlar, özellikle de eğitim ve propaganda
silahlarını verecektir. İleri psikolojik teknikler bunların
ikisini de, karşı koymayı olanaksız kılan bir noktaya kadar geliştirebilir.
İktidar sahipleri barış istiyorlarsa barışçı, savaş istiyorlarsa savaşçı
bir toplum yaratabilirler. Aklı geliştirmek isterlerse akıl, aptallığı
geliştirmek isterlerse de aptallık üretebilirler. Bu bakımdan, geleceği
kestirmek olanaksızdır.

  Psikolojinin, düş gücü üzerine birbirine karşıt iki tür etkide bulunması
olasıdır. Bir yandan, gerekirciliğin daha yaygın bir kabul görmesi beklenir.
Meteoroloji bilimi, yağmur duasından yarar bekleyenlerin çoğunun rahatını
kaçırmıştır; ama iyi kalplilik için dua etmek insanları pek rahatsız
etmemektedir. İyi kalpli olmanın nedenleri yağmurun nedenleri kadar
iyi bilinseydi aradaki fark da ortadan kalkardı. Bir Harley Street
uzmanına birkaç sterlin ödemekle bir ermiş olunabilseydi, kendini kötü
emellerden kurtarmak için bir doktor çağırmak yerine dua eden kişi ikiyüzlü
olarak nitelenirdi. Gerekirciliğin yaygınlaşmasıyla çabada bir azalma,
manevi tembellikte de bir artma olabilir -böyle bir etki mantıksal olmasa
da. Bunun bir kayıp mı yoksa bir kazanç mı olacağını kestiremiyorum; çünkü,
yanlış psikoloji ile birarada giden manevi çabanın iyiliği mi yoksa kötülüğü
mü artıracağını bilmiyorum.

  Öte yandan, (psikolojinin düş gücü üzerindeki ikinci tür etkisi sonucu)
hem metafiziksel hem de etik maddecilikten kurtuluşa yol
açılır. Genelde kabul görmüş ve uygulamada yararlı sonuç vermiş bir
bilimin konusunu oluşturdukları için duygular daha çok önemsenirdi. Böyle
bir etki, kanımca, tümüyle yararlı olurdu; çünkü mutluluğun nelerden
kaynaklandığı konusunda benimsenmiş olan yanlış fikirleri ortadan kaldırırdı.
Psikolojinin keşif ve bulgular yoluyla yaşam biçimimizde yapabileceği
değişiklik konusunda bir tahmin yapmaya girişmiyorum; çünkü herhangi bir
etki yerine bir başkasının görülmesini beklemek için bir neden göremiyorum.
Örneğin, en önemli etki, zencilere, başka hiçbir yeni beceri kazandırmadan
beyazlar kadar iyi dövüşmeyi öğretmek olabilir.

  Veya, tersine, zencileri doğum kontrolü uygulamaya teşvik etmek için
psikolojiden yararlanılabilir. Bu iki farklı olanak birbirinden
çok farklı dünyalara yol açar; birinin mi yoksa ötekinin mi gerçekleşeceğini,
ya da ikisinin birlikte mi gerçekleşeceğini kestirmenin bir
yolu da yoktur.

  Son olarak: psikolojinin büyük pratik önemi, sıradan insanlara mutluluğun
nelerden oluştuğu konusunda daha doğru bir fikir verecek olmasındadır.
İnsanlar gerçekten mutlu olursa haset, öfke ve yıkıcı itilerle dolu
olmazlar. Yaşamsal gereksinimler dışında, -en az işçiler için olduğu kadar
orta sınıf için de- en büyük gereksinim cinsel özgürlük, çocuk sahibi olmak
özgürlüğüdür.

  Kendileri mutluluğu kaçırmış olan ve başkaları için de öyle olmasını
arzuluyan kötü niyetli insanların engellemesi olmasa, günümüzdeki bilgi
birikimi ile, içgüdüsel mutluluğu sağlamak herkes için kolaylaşırdı. Mutluluk
yaygın olunca kendi kendisini koruyabilirdi; çünkü günümüzde tüm politikayı
oluşturan nefret ve korkuya çağrı yanıtsız kalırdı.

  Ancak, psikoloji bilgisi bir aristokrasinin eline geçer ve onun tarafından
kullanılırsa, bilinen kötülüklerin devamına ve yoğunlaşmasına yol
açacaktır. Dünya, ilk ortaya çıkmasından bu yana görülmemiş ölçüde mutluluk
getirebilecek her türlü bilgiyle doludur. Ancak eski uyumsuzluklar,
açgözlülük, haset ve dinsel zulüm yolu kapatmaktadır. Sonucun ne olacağını
bilmiyorum; fakat bunun insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı her şeyden
daha iyi ya da daha kötü olacağını tahmin ediyorum.

  İnan Savaşları Tehlikesi

  İnsanlık tarihi boyunca, her biri aceleci bir kişi tarafından tarihin
anahtarı olarak yorumlanabilecek, çeşitli dönemsel salınımlar olagelmiştir.
Benim şimdi ele almak istediğim, sentez ve hoşgörüsüzlükten analiz ve
hoşgörüye, sonra yine geriye doğru olan salınımın, bunlar arasında
en önemsizi olmadığı kanısındayım.

  Uygar olmayan kabileler hemen hep sentezci ve hoşgörüsüzdürler. Onlara
göre toplumsal geleneklerin dışına çıkılmamalıdır; yabancılara karşı
da büyük kuşku duyarlar. Helenik dönem öncesindeki uygarlıklar genellikle
bu özelliklere sahiplerdi. Özellikle Mısır'da, güçlü rahipler sınıfı
ulusal geleneklerin koruyucusu durumundaydılar ve kendi uygarlıklarından
farklı olan Suriye uygarlığı ile temas sonucu Akhenaton'un (Akhenaton
(veya Amenhotep veya İkhnaton) (T.O. 1410?-1375?) Mısır hükümdarı. (Ç,N.))
benimsediği bozguncu kuşkuculuğu püskürtmeyi başarmışlardı. Minos uygarlığı
(İ.Ö. 3000 ile 1100 yılları arasında Girit'te gelişen uygarlık. (Ç.N))
dönemindeki durum ne olursa olsun analitik hoşgörünün tam olarak ilk kez görüldüğü dönem
Grek çağıdır. Bu da, daha sonraki başka örneklerde de olduğu gibi,
yabancılarla iletişim sağlayan ve onlarla iyi ilişkilere gereksinim duyan
ticaretin doğurduğu bir sonuçtur.

  Ticaret, son yıllara kadar, bir kişisel girişim konusu olmuştur. Ticarette önyargılar kazanç için bir engel,
laissez faire (bırakınız yapsınlar) doktrini de başarının anahtarı
sayılmıştır. Ancak bu ticaret ruhu, daha sonraları olduğu gibi, Grek çağında
da her ne kadar sanatta ve düşüncede esin kaynağı olmuşsa da, askeri başarılar
için zorunlu olan toplumsal bütünlüğü sağlayamamıştı. Bu nedenle Grekler
önce Makedonya'ya, sonra da Roma'ya boyun eğdiler.

  Romalıların sistemi, temelde sentezci; ayrıca, tam çağdaş bir şekilde,
yani teolojik açıdan değil emperyalist ve parasal açılardan, hoşgörüsüzdü.
Ancak Roma sentezciliği Grek kuşkuculuğu tarafından yavaş yavaş eritildi ve
yerini Rönesans dönemine kadar dünyaya egemen olan, hıristiyan ve müslüman
sentezlerine bıraktı. Rönesans Batı Avrupa'da kısa süren çok parlak bir
entellektüel ve sanatsal döneme yol açtı; onu da politik kaos ve sade
insanların bu türden saçmalıkları bırakıp din savaşlarında birbirlerini
öldürmek gibi ciddi işlere el atma kararlılığı izledi. Ticaretle uğraşan
İngiltere ve Hollanda, Reformasyon ve Karşı-Reformasyon
hoşgörüsüzlüğünden ilk sıyrılan ülkeler oldular; onlar da birleşip Roma
yanlılarıyla savaşmak yerine birbirleriyle savaşarak hoşgörülerini
kanıtladılar. İngiltere de, Eski Yunanistan gibi, komşuları üzerinde çözücü
bir etki yaptı ve bu ülkede demokrasi ve parlamenter rejim
için gerekli olan ölçüde kuşkuculuk yavaş yavaş gelişti. Hoşgörüden yoksun
bir çağda bu kurumlar ender olarak olanaklıdırlar ve bu nedenle de yerlerini
faşizme ve bolşevizme bırakma eğilimindedirler.

  Ondokuzuncu yüzyıl dünyası, genellikle sanıldığından daha çok, 1688
(Katolik kral James 2'ye karşı ayaklanma. (Ç.N.)) devriminde somutlaşan ve
John Locke (1632-1704) tarafından ifade edilen felsefenin bir ürünüdür.
Bu felsefe 1776'da Amerika'da ve 1789'da Fransa'da (1776: Amerikan
Bağımsızlık Bildirgesi, 1789: Fransız devrimi. (Ç.N.)) egemen oldu ve sonra
da bütün batı dünyasına yayıldı. İngiltere'nin sanayi
devrimi ve Napolyon'u yenmesi sonucu kazandığı prestij bunda büyük etken
olmuştur.

  Bu durumda bir tutarsızlık olduğu ancak yavaş yavaş farkedildi. Locke'un
ve ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin fikirleri sınai değil ticari
nitelikteydi. Sanayiciliğin felsefesi, serüvenci denizaşırı tüccarlarınkinden
tümüyle farklıdır. Sanayicilik sentezcidir; büyük ekonomik birimler
oluşturur, toplumu daha organik hale getirir ve bireyci dürtülerin
bastırılmasından yanadır. Bunun yanısıra, sanayiciliğin ekonomik örgütlenmesi
hep oligarşik nitelikte olmuş ve siyasal demokrasi ne zaman başarıya ulaşıyor
görünse onu etkisiz hale getirmiştir. Bu nedenlerle öyle görünüyor ki, her
yeni çağda olduğu gibi, rakip inanlar ve felsefeler arasında çatışmaya
götüren yeni bir sentezci hoşgörüsüzlük çağına girmekteyiz.

  Bugün dünyada sadece iki tane büyük devlet vardır: Birleşik Amerika ve
Sovyetler Birliği. Bunların nüfusları birbirine eşit gibidir; etki
alanlarındaki öteki ülkelerin nüfusları da öyle.

  Batı Avrupa ile Amerika kıtasındaki diğer ülkeler Amerika Birleşik
Devletleri'nin; Türkiye, İran ve Çin'in büyük bölümü Sovyetler'in etki
alanındadır. Bu bölünme, Ortaçağ'daki hıristiyanlarla müslümanlar arasındaki
bölünümü andırmaktadır. Aynı türden inan farkı, aynı amansız düşmanlık, daha
büyük ölçülerde olsa da, benzer bölge bölünümü söz konusudur. Ortaçağ'da,
hıristiyan devletler arasında, müslüman devletler arasında nasıl savaşlar
olduysa, bu iki büyük grup içinde de savaşlar olacaktır; ancak
bu savaşların er veya geç, gerçek barış antlaşmalarıyla son bulmasını
umabiliriz. Halbuki bu iki büyük grup arasında, sadece, her ikisinin de
bitap düşmesi sonucu gerçekleşen ateşkes anlaşmaları yapılacaktır. İki
taraftan birinin zafere ulaşacağını, ya da çatışmadan bir yarar elde
edeceğini sanmıyorum. Her iki grup da diğerini kötü niyetli olarak gördüğü
ve ondan nefret ettiği için çatışmanın sürüp gideceği görüşündeyim.

  Kuşkusuz, gelişmenin mutlaka bu yolda olacağını söylemiyorum. Bilim şimdi
olduğundan çok daha ileri bir aşamaya ulaşıncaya kadar, beşeri olaylar söz
konusu olduğunda, geleceğin belirsiz olması kaçınılmazdır. Ben, sadece, bu
doğrultuda gidişe yol açabilecek etkin kuvvetler bulunduğuna dikkat
çekiyorum. Bu kuvvetler psikolojik olduğundan insan kontrolü kapsamındadırlar.
Bu nedenle, gücü elinde bulunduranlar inan savaşları içeren bir gelecek
istemiyorlarsa onu önlemek de ellerindedir. Gelecek hakkında
salt fiziksel düşüncelere dayanmayan olumsuz bir kehanette bulunurken,
gelecekten söz eden kişinin amaçlarından biri de kendi tahminlerinin
yanlışlığını ortaya koymaları yolunda insanları çaba göstermeye yöneltmektir.
Kötülüğün habercisi, eğer insan sevgisi taşıyan bir kişiyse,
kendisine karşı nefret duyulmasını sağlamaya çalışmalı ve kehanetleri doğru
çıkmazsa çok üzüleceği izlenimini vermelidir. Bu girişten sonra inan
savaşlarına yol açan nedenleri; eğer onları önlemek istiyorsak alınması
gereken önlemleri gözden geçirelim.

  Yakın gelecekte, onsekizinci ve ondokuzuncu
yüzyıllarda yaşanan hoşgörüsüzlükten daha büyük
ölçüde, etkin bir hoşgörüsüzlüğün var olacağı
beklenmektedir. Bu beklentinin temel nedeni de
büyük ölçekli seri üretimin ucuzluğudur.
Bunun tröstlere ve tekellere yol açacağı ise,
en azından Komünist Manifesto kadar, eski ve
herkesçe bilinen bir şeydir. Bizi şimdilik ilgilendiren,
entellektüel bağlamda ortaya çıkacak sonuçlardır.
Bugün düşünce kaynaklarını birkaç
elde toplayarak onları kontrol altında tutma yolunda
gittikçe artan bir eğilim vardır; bunun sonucu
olarak da azınlığın düşünceleri etkili olarak
dile getirilme şansını yitirmektedir.

  Bu yoğunlaşma Sovyetler Birliği'nde, yönetimdeki
parti yararına olarak, politik açıdan ve bilinçli
olarak gerçekleştirilmiştir. Önceleri böyle bir
yönetimin başarılı olabilmesi kuşkulu görünüyordu;
ancak yıllar geçtikçe başarı olasılığı giderek
kuvvetlenmektedir. Ekonomik uygulamada
bazı ödünler verilmişse de, ekonomik ve politik
teoride ya da felsefi bakış açısında bu yapılmamıştır.
Komünizm gittikçe daha çok gelecekteki
bir cennetle ilgilenen, günlük yaşam biçimiyle
ise gittikçe daha az ilgilenen bir inana dönüşmektedir.

  Bu inanı sorgulamadan kabul eden ve
oluştuğu yıllarda onunla ilgili etkin bir eleştiri
duymamış olan yeni bir kuşak yetişmektedir.
Edebiyat, basın ve eğitim üzerinde şimdi uygulanan
denetim bir yirmi yıl daha böyle sürerse
-sürmeyeceğini varsaymak için de bir neden
yoktur- komünist felsefe enerjik kitlenin ezici
çoğunluğunun kabul ettiği felsefe olacaktır. Buna
karşı gelenler de çıkacaktır. Bir yanda olayların,
ulusal yaşamın genel gidişinin dışında kalan
ve sayıları giderek azalan küskün yaşlılar;
öte yanda da, etkileri uzun yıllar önemsemeye
değmeyecek düzeylerde kalan birkaç özgür düşünür.
Özgür düşünürler her zaman var olmuşlardır -onüçüncü
yüzyılda İtalyan soylularının çoğu Epikür yanlısıydı.

  Bu kimseler ancak bazı rastlantısal hallerde,
örneğin şimdiki Meksika'da olduğu gibi, fikirleri,
ekonomik ve politik nedenlerle, önemli kesimler için
yarar sağladığında önem kazanırlar. Bu da Resmi Kilise'nin
biraz sağduyu kullanmasıyla her zaman önlenebilir.
Rusya'daki Resmi Kilise'den de bu kadarcık
sağduyu göstermesi beklenebilir. Genç köylüler
eğitimin yaygınlaşmasıyla sürüye katılmaktadırlar;
köylülerin yaşantısında bireyselciliğe gittikçe daha
çok ödün verilmesi de onların
teoriyi benimsemelerini kolaylaştırmaktadır.

  Ekonomik sistemin uygulanmasında ne kadar
az komünizm olursa genellikle benimsenen inan
da o kadar çok yaygınlaşacaktır.
Bu süreç yalnız Rusya'ya ya da Sovyetler
Birliği'ne dahil ülkelere özgü değildir. Çin de
aynı süreç içine girmektedir; çok güçlenmesi
de olasılık dışı değildir. Çin'de güçlü olan
hangi hareket varsa -özellikle de milliyetçi
hükümet- Rusya'nın etkisiyle başlamıştır.
Güney ordularının askeri başarısı Rusların
yol göstermesiyle örgütlenen propaganda sayesinde
gerçekleşmiştir. Eski dinlere -budizm
ve Taoizme- bağlı olan Çinliler politik bakımdan
geri kafalıdırlar. Hıristiyanlar ise, yabancılara
karşı, milliyetçileri rahatsız edecek ölçüde
dostçadır. Aslında, milliyetçiler yerli olsun
yabancı olsun bütün eski dinlere karşıdırlar.
Rusya'nın yeni dini, hem "gelişme"nin son
örneği olması, hem de siyasal bakımdan dost
olan bir devletle, gerçekte yegane dost devletle
ilintili olması nedeniyle, yurtsever aydınlara
çekici gelmektedir. Bu yüzden Çin'in uygulamada
komünizme geçmesi akla uzak geliyorsa da,
bolşevik felsefesini benimsemesi pekala olasıdır.

  İngilizlerin "geri kalmış" ülkelerle olan ilişkilerinde
düştükleri en büyük yanılgı geleneklerin gücüne çok fazla güvenmek olmuştur.
Çin'de, Çin klasiklerini oldukça iyi bilen, yaygın boş inanları anlayan,
yaşlı ve tutucu okumuş yazmışlarla dostluk kurmuş birçok İngiliz
bulabilirsiniz. Yeni Çin'i anlayan ve ona bilgisizce bir aşağılama
ile bakmayan birisine ise pek rastlayamazsınız. Bu kimseler, Japonya'daki
kabuk değiştirmeye rağmen, Çin'in geleceğini geçmişine bakarak
değerlendirmeyi sürdürürler ve büyük ve hızlı bir değişimin olanaksız
olduğunu varsayarlar. Bunun bir düş yanılgısı olduğundan eminim.
Japonya'da olduğu gibi Çin'de de, Batı'nın ekonomik ve askeri
gücü Batı'ya prestij sağlamakla beraber, ondan nefret edilmesine de
neden olmuştur. Rusya olmasaydı bu nefret etkisiz kalırdı. Ama şimdi
Rusya, Batı egemenliğinden kurtulma konusunda bir model oluşturmakta
ve az çok benzer bir yolda yürümek için Çin'e yardımcı olmaktadır.
Bu koşullar altında hızlı bir değişim çok
olanaklıdır. Daha önce eğitimsiz olan bir toplumda
hızlı bir değişim her zaman kolaylıkla
gerçekleştirilebilir; çünkü hükümetin saygınlığı
ile desteklenen bir eğitim, gençlerin cahil
büyüklerini küçümsemesine yol açar.

  Bu nedenle, yirmi yıl sonra bolşevik ideolojinin
bütün Çin'de iktidara gelmesi ve Rusya ile yakın
bir siyasal ittifak içine girmesi hiç de olasılık dışı
değildir. Bu ideoloji, eğitim yoluyla, yavaş yavaş
dünya nüfusunun yaklaşık yarısına aşılanacaktır.
Bu arada öbür yarısında neler olabilir?

  Yerleşmiş tutuculuğun statükoculuk ve gelenek
avantajlarına sahip olduğu Batı dünyasında
daha yumuşak yöntemler yeterlidir; gerçekten
de, mevcut yöntemler, genelde, belirli bir amaca
yönelik olmadan ortaya çıkmışlardır. Ortaçağ
kalıntılarının etkisi nedeniyle, çağdaş inan Avrupa'da
katıksız haliyle görülmez. Sanayi kapitalizminin en
özgür şekilde uygulandığı ve özelliklerini açıkça gösterdiği yer
Amerika Birleşik Devletleri'dir. Dünya devletleri arasında en büyüğü
Amerika olduğu için, Batı Avrupa da yavaş yavaş onun izinde gitmek
zorunda kalmaktadır.

  Bunu söylerken, örneğin Amerikan göçmen topluluklarında hala
varlığını sürdüren, gerilerde kalmış bir Avrupa inanı olan tutucu
protestanlığı benimsememiz gerektiğini kastetmiyorum. Amerika'nın
tarım kesimi, uluslararası önem taşıyan veya Amerika'nın geleceğine
biçim verecek olan kesim değildir. Yeni ve önemli olan, sanayi
inanıdır. Bu inan Rusya'da bir biçim, Amerika'da başka bir biçim
almıştır. Dünya için önemli olan da bu ikisi arasındaki zıtlıktır.

  Rusya gibi Amerika'nın ideali de gerçekleşmiş değildir; ama yine
de değer yargıları teorik açıdan bu ideale uydurulmuştur. Rusya'nın
ideali komünizmdir; Amerika'nın ideali ise serbest rekabet. Yeni ekonomi
politikası Rus idealine nasıl ayakbağı oluyorsa tröstler de Amerikan
idealine aynı şeyi yapmaktadır. Komünistler, örgütler bazında düşünür;
tipik Amerikalı da bireyler bazında. "Tahta kulübeden Beyaz Saraya"
sözleri genç politikacıların önüne koyulan idealin bir ifadesidir.
Ekonomik alanda buna benzer bir ideal de iş hayatında ilerlemeyi sağlayan
sistemlerin reklamlarını esinler. Herkesin Beyaz Saray'da oturmasının
veya şirket başkanı olmasının olanak dışı olması gerçeği, idealin bir
eksikliği olarak düşünülmez; sadece, gençleri rakiplerinden daha
çalışkan ve kurnaz olmaya iteleyen bir öge olarak algılanır. Amerika'nın
henüz kalabalıklaşmadığı dönemlerde, çoğu kimsenin, başkalarının
omuzlarına basmadan oldukça büyük başarılara erişmesi olanaklıydı.
Şimdi bile, eğer amaçlanan şey güç değil de maddi refah ise,
Amerika'daki bir işçinin Avrupa'daki bir serbest meslek sahibinden
daha zengin olma olanağı vardır.

  Ancak güç artık giderek bazı odaklarda yoğunlaşmaktadır ve dışlanmış
olanların da kendi paylarını istemeleri tehlikesi vardır. Ulusal
inancın bir bölümü bu tehlikeyi en aza indirecek şekilde planlanmıştır.
Napolyon-vari bir düstur, La carriere ouuerte aux talents (Mesleğin kapısı
yeteneklilere açıktır) sözleri çok işe yarar; gerisi başarıyı toplumsal
değil bireysel bir olgu olarak göstermeye kalır. Komünist felsefede hedef
bir kesimin ya da bir örgütün başarısıdır; Amerika'da ise bireyin başarısı.
Sonuçta, başarısız birey sosyal sisteme öfkelenmek yerine kendi yetersizliğinden
utanç duyar. Alışık olduğu bireyci felsefe, toplu eylem sayesinde herhangi
bir yarar sağlanabileceğini düşünmesini engeller. Bu
nedenle, gücü elinde bulunduranlara karşı bir
muhalefet yoktur; bu da onları zenginleştiren ve
dünya çapında etkili yapan bir sosyal sistemin
tadını çıkarmakta özgür kılar.

  İnsanların gerek duydukları şeylerin eşit olarak
dağıtıldığı bir dönem hiçbir zaman var olmamıştır.
Oturmuş bir sosyal sistemde, daha az şanslı olanların
kaderlerini kabul etmelerini sağlayan bir sistem var
olmalıdır; bu da genellikle bir tür inana dayanır. Ancak
bir inanın, geniş bir kütle tarafından kabul edilmesini güvenceye
almak için, bütün topluma, gözardı ettiği haksızlıkları
karşılayacak ölçüde yarar da sunması gerekir. Amerika'da teknik
gelişimi ve maddi refah düzeyinin yükselmesini sunar. Bu
ikincisini sonsuza kadar sağlamaya gücü yetmeyebilir;
ama bir süre daha başarma olasılığı vardır. Rusya'da ise,
sadece sermaye sahiplerinin değil, herkesin yararına yönetilen
bir sanayileşme kavramını sunar.

  Rus işçisinin Amerikalı işçiye göre daha yoksul olduğu
kuşkusuzdur. Ancak o başkalarını zenginleştirmek ve yüceltmek
için gereksiz yere cefa çekmediğini, kendi hakkı
olanı aldığını bilerek -en azından öyle sanarak avuntu bulur.
Bunun da ötesinde, kendini, birbirleriyle mücadele eden
birimlerden birinin üyesi olarak değil, sıkı bir işbirliği
içindeki bir toplumun bir birimi olarak hisseder.

  Sanırım burada Amerika ve Rusya'daki inanların özüne inmiş
oluyoruz. Protestan geleneği ve yüz yıl süren öncü ruhu ile yaşaması
sonucu şekillenmiş olan bakış açısına göre,
Amerika, yoksulluktan zenginliğe erişme yolunda
girişilen bireysel uğraşın, başkasından
yardım istemeden, bireysel çaba yoluyla yapılması
gerektiğine inanır. Bir orman adamı gibi
vahşi doğa ile savaşmaktadır. Gerçekte rakipleri
olan kişilerle savaşıyorsa da bu üzerinde
durmaya değer bir konu değildir. Belki de, bütün
yaşamı boyunca, maddi refah uğruna zihinsel
dürüstlüğünü feda eden ve fikirlerini
özgürce ifade etmekten yoksun bir köle durumunda
olacağını vurgulamak pek nazik bir
davranış olmaz. Açıklamaması gereken düşüncelerin hoş
olmayan düşünceler olduğu ortadadır; bunlar konusunda
dilini tutmaya zorlanması ise, yalnızca, anarşik dürtülere karşı
sağlıklı bir sınırlama getirmek demektir. Orta
yaşa geldiğinde kendisi de artık bu görüşle
tam bir uyum içindedir.

  Rusya'da ise, bunun tersine Bizans Kilisesi,
Tatarlar ve Çarlık, bireyin bir hiç olduğunu insanların
beynine zaten damgalamıştır; daha önce
Tanrı ya da Çar yoluna feda ettiği şeyler toplum
uğruna daha kolay feda edilebilir. Rus komünistleri
Batı'daki sempatizanlarından, temelde bireye saygı
duymamalarıyla ayrılırlar (Bkz. Rene Fülöp-Miller'in Geist
und Gesicht der Bolschewismus - Bolşevizmin Ruhu ve Görünümü).
Bu konuda ruha ve ölümsüzlüğe inanan Bizanslı seleflerinden
daha katı olabilirler. Sovyet yöneticileri ruhu ortadan
kaldırdıktan sonra Leviathan (İncil'de sözü edilen, bazen
timsaha, bazen yılana, bazen de balinaya benzetilen deniz canavan. (Ç.N.))
benzetmesini bir hıristiyandan daha
içtenlikle kabul edebilirler. Onlar için Batı'nın
bireyselliği, Menenius Agrippa masalında olduğu gibi, bedenin
çeşitli organlarını, kendi başlarına yaşamaları için ayırmak
kadar abestir. Sanat, din, etik, aile konularına, daha doğrusu her
konuya, bakış açıları bu temele dayanır.

  Batı'daki sosyalistler, arasıra, toplumun büyük öneminden,
sanki onlar da aynı fikirdelermiş gibi söz ederler; ancak nadiren
öyledirler. Örneğ'in, uzak bir yere göç eden bir adamın karısını
ve çocuklarını birlikte götürmek istemesini doğal bulurlar. Çok
daha katı olan Doğu komünistleri ise bunu sadece bir duygusallık
olarak algılar. Çocuklarına devletin bakacağını, gideceği yerde
eskisini aratmayacak yeni bir eş bulabileceğini söylerler.
Doğal sevginin gerekleri önemsiz sayılır. Gerçi kapitalist toplumlarda
bu tür şeyler günlük yaşamda hoşgörüyle karşılanır, ama teorilerine
aynı ölçüde yansımaz. Lenin'in öğretilerinin bu söylediklerime ters
düştüğü de doğrudur. Sanırım, bunun bir tutarsızlık
olduğu, doğal insanın teori kabuğundan bir
fışkırması olduğu kabul edilmelidir. Koyu bir
komünistin, Lenin'in somut bir kişi olarak değil,
bir Kuvvet'in somutlaşması olarak saygı gördüğünü
söyleyeceğini düşünüyorum. O da, zamanla, teorik
olarak, Logosb kadar soyutlaşabilir.

  Rus felsefesinin yavaş yavaş, ya da bir anda,
Batı'ya egemen olacağını düşünenler olmuştur.
İlk bakışta önemli görülebilecek bazı düşünceler
bu görüşü desteklemektedir. Komünist felsefenin
sanayi toplumuna kapitalist felsefeden daha
uygun olduğu kuşku götürmez; çünkü sanayileşmenin
bireylerden çok, örgütlerin önemini artırması
kaçınılmazdır. Bundan başka, toprak ve
doğal kaynak mülkiyetinin sanayiden çok tarım
rejimine özgü olması doğaldır. Toprağın özel
mülkiyeti iki yoldan edinilmiştir: birisi, her yerde
kılıç hakkına dayanan aristokratik yol, ikincisi
de, çiftçinin işlediği toprağa sahip olma hakkına
dayanan demokratik yol. Bir sanayi toplumunda
bu iki hak da mantıksız ve anlamsızdır.

  Maden sahiplerinin, madeni işletenlerden pay
almaları ve kentsel taşınmaz mal sahiplerinin
kira almaları uygulaması aristokratik yoldan
edinilen toprak mülkiyetinin anlamsızlığını ortaya
koymaktadır; çünkü mal sahibinin elde ettiği
gelirin herhangi bir toplumsal yararı olduğu
söylenemez. Toprağı işleyen köylünün o toprağa
sahip olma hakkı da aynı ölçüde anlamsızdır.
Bir Boer çiftçisinin toprağında bulduğu altından
elde ettiği zenginlik onun topluma yaptığı herhangi
bir hizmet nedeniyle kazanılmış değildir.

  Kente yakın bir yerde çiftlik sahibi olan kişinin
o bölgenin kentleşmesiyle elde ettiği zenginlik
için de aynı şey geçerlidir. Yalnız özel mülkiyet
değil ulusal mülkiyet bile aynı kolaylıkla anlamsız
sayılabilir. Mısır ve Panama Cumhuriyeti'nin
kendi topraklarındaki kanalların kontrolünü elde
tutmaları gerektiğini öne sürmek saçmadır;
gelişmemiş ülkelerin topraklarında bulunan petrol
gibi şeylerin kontrolünde mutlak hakları olduğunu
öne sürmek de kötü sonuçlara yol açmaktan
başka bir şeye yaramaz. Önemli hammaddelerin
uluslararası bir yönetim altına alınması yolundaki
teorik sav son derece çekicidir;
zengin eşkıyanın hammaddelerden yararlanma
için dünyayı haraca bağlamasını kabullenmemize
yol açan tek şey tarımsal gelenektir.

  Sanayi toplumları tarım toplumlarına kıyasla
çok daha sıkı bağlantılar içindedirler ve kişilere
verilecek yasal yetkiler, tarım toplumlarında büyük
sakıncalara yol açmasa da, sanayi toplumları
için son derece tehlikeli olurlar. Ayrıca, sosyalistlerin
safında yer alan haset duygusuna (başka deyişle adalet
duygusuna) da yol açacağı ortadadır. Bütün bu düşüncelere
karşın, önümüzdeki yüz yıllık bir süre içinde sosyalist
görüşün Amerika'da yaygınlaşacağını sanmıyorum. Amerika
sosyalist düşünceyi benimsemediği sürece de
onun ekonomik yörüngesindeki hiçbir ülkenin,
sosyalizmi en ufak bir ölçüde bile uygulamasına
izin verilmeyecektir. Bunun örneği Dawes Planıs
uyarınca Almanya'da demiryollarından, devlet
mülkiyetinin kaldırılması sırasında yaşanmıştı.

  Amerika'nın sosyalist olmayacağını söylemem,
Amerika'daki refahın süreceği yolundaki
inanışım nedeniyledir. Amerika'daki bir işçi
sosyalist ülkelerdeki bir işçiden daha zengin olduğu
sürece, kapitalist propagandanın değişim
yanlısı savları çürütmesi mümkün olacaktır. Bu
bağlamda, daha önce sözünü ettiğim geniş-ölçekli-üretim
ekonomileri son derece büyük önem
taşımaktadır. Aralarında anlaşmış basın, milyonerlerin
parasal destek verdiği yüksek öğretim,
milyonerlerin bağışlarından yararlanan ve kilisenin
kontrolünde olan ilköğretim, reklam yoluyla hangi
kitapların daha çok satacağını kararlaştıran ve bu
kitapları az sayıda basılabilen
kitaplardan daha ucuza maleden iyi örgütlenmiş
kitap yayıncılığı, radyo, ve hepsinden çok,
bütün Batı dünyasında gösterilerek kazanç getiren
çok pahalı filmlerin yapıldığı sinema: bütün
bunlar tekdüzeliğe, düşünce ve haberlerin bir
merkezden yönetimine, yalnızca güç odaklarınca
onaylanan inanç ve felsefelerin yayılmasına
olanak sağlamaktadır.

  Bu tür propagandaların bütünüyle kaçınılmaz
ve sonuçta karşı koyulmaz olduğunu sanmıyorum.
Ancak, kanımca, önerdiği rejim sıradan insanlara
başarılı olduğu izlenimini verdiği sürece, bu
propagandanın etkisini sürdürmesi olasıdır. Savaşta
yenilgiye uğramak, ki bu herkesin anlayabileceği bir
başarısızlık işaretidir, rejimi sarsabilir; ancak, Amerika'nın
bir savaşta yenilme olasılığı şimdilik
yoktur. Bu nedenle, İngiltere'nin başarılı olduğu
ondokuzuncu yüzyılda parlamenter yönetim
tarzına gösterilen yaygın bağlılığı Amerika'daki
Amerikan sistemi için de bekleyebiliriz.
Eskimiş anlamıyla teolojik görüş ayrılıkları
Doğu ile Batı arasındaki ekonomik inan ayrılıklarını,
kuşkusuz, daha da güçlendirecektir.
Amerika'nın hıristiyanlığı, Doğu'nun ise
hıristiyan-karşıtlığını sürdürmesi beklenebilir.

  Evlilik ve aile konularında, Amerika'nın
hıristiyan doktrinlerine karşı yapmacık bağlılığını
sürdürmesi, Doğu'nun da bunları köhne
boş-inanlar olarak algılaması beklenebilir. İki
tarafta da geniş ölçüde ve acımasızca haksızlıklar
yapılacağı; her iki tarafın da ötekindeki
bu haksızlıklardan haberdar, kendisindekilerden
ise habersiz olması beklenebilir. Örneğin,
pek az Amerikalı Sacco ve Vanzetti (Nicolo Sacco ve Bartolomeo
Vanzetti: İtalyan asıllı Amerikalı
anarşistler. Gasp ve öldürme suçlarından dolayı 1920'de gerçekleşen
idamları uluslararası protestolara neden olmuş; çoğu kişi onları
politik önyargıların kurbanları olarak nitelemiştir. (Ç.N.)
hakkındaki gerçeği bilir. Başka birisinin suçu kendi
işlediğini itiraf etmesine ve kanıtları toplayan
polisin bunların "tertip" olduğunu kabul etmesine
karşın, adam öldürmek suçundan ölüme
mahkum edilmişlerdi. Suçu itiraf eden kişinin
bozuk sicilli olması yeni bir dava açılmasının
reddedilmesinin nedenlerinden biriydi. Anlaşılan,
Amerikan yargıçlarına göre sadece iyi
karakterli kişiler cinayet işliyorlar. Sacco ve
Vanzetti'nin gerçek suçları ise anarşist olmalarıydı.
Bütün bunlar, kuşkusuz, Rusya'da da
bilinmektedir ve kapitalistlerin adaleti konusunda
olumsuz düşüncelere yol açmaktadır.

  Bunun gibi, Rusya'daki patriklerin ve sosyal
devrimcilerin duruşmaları da Amerika'da bilinmektedir.
Böylece, her iki taraf da diğerinin kötülükleri
hakkında bol bol kanıt toplamakta; ancak kendi
ülkelerindeki kötülüklerden habersiz kalmaktadır.

  Bir süre önce California Üniversitesi'nde bir
profesörle tanıştım; Mooneyı (Tom Mooney (1882?-1942): Bir
bombalama suçlamasıyla 1916'da mahkum edilip 1939'da affedilen
Amerikalı sendika lideri. (Ç.N.)) adını hiç duymamıştı.
Mooney işlememiş olabileceği bilinen bir adam
öldürme suçundan dolayı bir California cezaevinde
yatmaktaydı. Kerenski rejimi sırasında Rus
hükümeti bu dava hakkında Amerikan hükümeti
nezdinde resmi girişimde bulunmuş ve Başkan
Wilson'un görevlendirdiği soruşturma komitesi
onun suçlu olduğunu gösterecek kanıtlar bulunmadığını
bildirmişti. Ancak o bir komünistti.

  Böylece görülüyor ki, düşünceden dolayı yapılan zulme her
ülkede göz yumulmaktadır. İsviçre'de bir komünisti öldürmek
yasal olduğu gibi, bunu yapan kişi bir daha cinayet işlerse,
sabıkası olmadığı gerekçesiyle beraat eder. Bu tutuma
karşı, Sovyet Cumhuriyeti dışında, hiçbir ülkede tepki
gösterilmemektedir. Bu bağlamda, kapitalist ülkeler içinde
en iyisi Japonya'dır. Orada, iki ünlü anarşisti ve onların küçük
yeğenlerini -oğulları sanarak- karakolda boğarak öldüren
polis, bir kahraman haline gelmesine ve okul çocuklarına onu
öven kompozisyonlar yazdırılmasına karşın, hapse mahkum edilmişti.

  Bütün bu nedenlerle, mevcut rejimin sokaktaki insana başarılı
göründüğü, ya da Amerikan ekonomik etkisinin egemen olduğu bir ülkede,
yakın bir gelecekte komünist inanının benimsenmesi olasılığını
görmüyorum. Tam tersine, statükonun korunması için, güç odaklarının
gittikçe daha tutucu olmaları ve toplumdaki bütün tutucu güçleri
desteklemeleri olası görünüyor. Bu odakların en güçlüsü de, kuşkusuz
dindir. Almanya'da krallığın mal varlığı hakkındaki halk oylamasında,
kiliseler bunların kamulaştırılmasının hıristiyanlığa aykırı olduğu
konusunda resmen karar aldı. Böyle kararlar ödüllendirilmeyi
hakederler. Kuşkusuz ödüllendirileceklerdir de.

  Kapitalist ülkelerde, eğitimin zenginler yararına olacak biçimde,
daha sıkı kontrolünü sağlamak amacıyla, örgütlenmiş dinin, özellikle de
Katolik Kilisesi'nin, gittikçe daha da güçlenmesi beklenebilir. Bu
nedenle, Batı ile Rusya arasında temelde ekonomik olan karşıtlığın
giderek bütün inanç alanlarına yayılması olasıdır. İnanç
sözü ile kastettiğim, doğrulukları kanıtlanmamış olan konularda var
olan dogmatik kanılardır. Kuşkusuz, bütün bu kötülükler bilimsel
yaklaşımın, yani kanıları önyargılar yerine kanıtlarla oluşturma
alışkanlığının yayılmasıyla önlenebilir. Ancak, her ne kadar sanayide de
bilimsel teknik gerekliyse de, bilimsel yaklaşım daha çok ticaretle
ilintilidir; çünkü zorunlu olarak bireyseldir ve iktidarın etkisinde
değildir.

  Bu nedenle bilimsel yaklaşımın, sadece, çağdaş
yaşamın ana mecrası dışında kalan Hollanda,
Danimarka, İskandinavya gibi küçük ülkelerde
varlığını sürdürmesini bekleyebiliriz.
Öte yandan, bir yüzyıl kadar sürecek bir
çatışma döneminden sonra, Otuz Yıl Savaşları
sonrasında olduğu gibi, her iki tarafın giderek
yorgun düşmesi de olasılık dışı değildir. O
zaman sıra yine dogmatik konularda geniş görüşlü
olan kişilere gelecektir.

  Önümüzdeki mücadele konusunda benim kişisel
tutumum Erasmus'unkin gibidir: iki tarafı
da bütün kalbimle desteklemem olanaksızdır.
Birçok noktada Amerikalı büyük sermaye
sahiplerinden çok, bolşeviklerle aynı fikirdeyim;
ancak onlann felsefesinin kesin doğru olduğuna,
ya da mutlu bir dünya yaratabileceğine
inanamıyorum. Rönesans'tan bu yana hep
yükselişte olan bireyciliğin çok ileri gittiğini; eğer
sanayi toplumlarının istikrarlı olması ve sıradan
kadın ve erkekleri yaşamlarından hoşnut
kılması isteniyorsa, daha güçlü bir işbirliği
ruhuna gerek olduğunu kabul ediyorum. Bolşevik
felsefesindeki güçlük, örgütlenme ilkelerinin
ekonomiye dayanmasından; buna karşılık,
insan içgüdüleriyle uyumlu olacak gruplaşmaların
biyolojik nitelikte olmasından kaynaklanmaktadır.
Aile ve ulus biyolojik, tröst ve sendika
ekonomiktir. Biyolojik gruplaşmaların
günümüzde yol açtığı kötülükler yadsınamaz;
ancak ben toplumsal sorunların bu grupları
oluşturan içgüdüleri yok sayarak çözülebileceğine
inanmıyorum.

  Eminim ki, örneğin, bütün
çocuklar ana-babanın katkısı olmadan devlet
kurumlarında eğitilirlerse; kadın ve erkeklerin
büyük bir bölümü hem çaba gerektiren
faaliyetler için gerekli dürtüyü yitirirler, hem de bir
huzursuzluk ve can sıkıntısı içine düşerler.
İfadesini kara ve deniz kuvvetlerinde bulmayan
milliyetçiliğin de bir yeri vardır; ona uygun
alan da siyasal değil, daha çok kültüreldir.
İnsanlar eğitimin ve kurumların etkisiyle büyük
ölçüde değişebilirler. Ancak bu değişim temel
içgüdüleri saptıracak şekilde gerçekleşirse
sonuç canlılığın yitirilmesi olur. Bolşevikler
psikolojik önemi olan tek güdü ekonomik içgüdüymüş
gibi konuşurken kesinlikle yanılmaktadırlar.

  Batı'nın rekabete dayalı toplumu da bu yanılgıyı
paylaşır; ancak Batı bu konuda daha az açık sözlüdür.
Çağımızın temel yanılgısı, bana göre, yaşamın
ekonomik yönünün gereğinden çok vurgulanmasıdır.
Kapitalist ve komünist felsefelerin
her ikisinin de, biyolojik gereksinimleri dikkate
almadıkları için yetersiz oldukları kabul
edilmedikçe aralarındaki çatışmanın son bulacağını
sanmıyorum.

  Bu çatışmanın şiddetini azaltmaya gelince,
bildiğim en iyi şey liberallerin vaktiyle
benimsedikleri paroladır. Ancak bunun yetersiz
olduğunun da farkındayım. Gerekli olan, düşünce
özgürlüğünün ve düşünceleri yayma fırsatının
varlığıdır. Zorluklara yol açan, özellikle bu
ikincisidir. Bir düşüncenin geniş ve etkin biçimde
yayılmasını sağlayan mekanizma mutlaka ya
devletin ya da büyük sermaye kuruluşlarının
elindedir. Demokrasi ve eğitim sahneye
çıkmadan önce bu pek de gerçek değildi: etkili
fikirler pahalı çağdaş propagandanın aracılığı
olmadan erişilebilen, ufak bir azınlıkla
sınırlıydı. Ancak tehlikeli ve yıkıcı buldukları, gerçek
ahlaka aykırı gördükleri fikirlerin yayılması
için para ve emek harcamak ne devletten ne de
büyük sermaye kuruluşlarından beklenebilir.

  Devlet de uygulamada en azından sermaye
kuruluşları kadar, dalkavukluğa alışmış,
önyargıları kemikleşmiş, çağın düşünce dünyasında
yaşamsal olan her şeyden habersiz, budala bir
ihtiyar gibidir. Böyle eski kafalı insanların
sansüründen geçmeyen hiçbir yenilik öne sürülemez.
Gerçi gizli kapaklı yayınlar da yapılabilir;
ancak, bu da sadece gizli kapaklı okuyucu
çeker.

  Çağdaş iş dünyasındaki genel eğilim
işletmelerin birleşmesi ve merkezileşmesi yönünde
olduğundan, tehlike gittikçe büyümektedir.
Genellikle benimsenmeyen bir amaç için geniş
çapta propaganda sağlamanın tek yöntemi
kadınlara oy hakkı verilmesini savunanların
uyguladığı yöntemdir. Ancak bu yöntem konu
basit ve duygusal olursa geçerlidir; karmaşık ve
tartışmaya götürür türden olursa, değil. Bu
nedenle, resmi ve resmi olmayan sansürün etkisi,
muhalefeti rasyonel yerine duygusal kılmak,
bir yeniliğin lehinde ve aleyhinde olan
kanıtları, serinkanlılıkla tartışmak yerine geniş
kitlelerin anlamayacağı karmaşık bir duruma
getirmektir.

  Örneğin, ucuz hazır ilaçların adlarını veren
resmi bir tıbbi yayın vardır; ancak hiçbir
gazete ondan söz etmez; hemen kimse varlığından
haberdar değildir. Öte yandan bütün ilaçların
aynı ucuzlukta olduğunu öne süren Christian
Scientists (Hıristiyan Bilimciler) halka ulaşma
olanağına sahiptir. Politikada da buna benzer
şeyler olur. Aşırı uçlardaki fikirler halka
ulaşır; ılımlı ve rasyonel fikirler ise yetkililerin
muhalefetine değmeyecek kadar sıkıcı sayılır.

  Ancak bu kusur İngiltere'de öteki ülkelerin
çoğundan daha azdır. Çünkü İngiltere öncelikle
bir ticaret ülkesidir ve ticaretin bir parçası
olan özgürlük tutkusunu korumuştur.

  Kuşkusuz, yetkililer gerek duyarlarsa, çareler
de bulunabilir. O zaman, insanları yurtseverlik
ve sınıfsal önyargı ile eğitmek yerine,
kanıt ve verileri değerlendirme yetisini
artıracak ve rasyonel kararlar alacak şekilde
eğitmek de olanaklı olur. Belki zamanla insanlar
zekanın toplum için değerli bir şey olduğunu
farkedeceklerdir. Ancak ben bu gidişe işaret
eden bir hareket gördüğümü söyleyemiyorum.

  Geleceğe Dönük Bazı Tahminler

  1

  Gelecekle ilgili olarak iki tür yazı yazılabilir:
Bilimsel ve ütopik. Bilimsel yazılar nelerin olası
olduğunu bulmaya çalışır; ütopik olanlar ise,
yazarın olmasını arzuladığz şeyleri. Astronomi gibi
yeterince gelişmiş bir bilimde kimse ütopik
yöntemi uygulamaz: Ay ve Güneş tutulması tahminleri,
gerçekleştiğinde insanlar sevinsin diye yapılmazlar.
Ancak sosyal konularda, gelecekteki gelişmeleri
önceden kestirmeye olanak sağlayan
genel yasalar bulduklarını öne sürenler iddia
ettikleri kadar bilimsel değildirler; insanoğluyla
ilintili kurumlarda ileride ne olacağını önceden
bilme çabaları büyük ölçüde tahmin içerir.

  Örneğin yeni keşiflerin ne gibi değişikliklere yol açacağını
bilmiyoruz. Belki Mars'a, Venüs'e nasıl
gidileceği keşfedilir; belki de, yiyeceklerimizin çoğu
tarlalarda değil labarotuvarlarda üretilir. Bu tür
olasılıkların sonu yoktur. Ben şimdi bunları bir
yana bırakacağım ve yalnızca günümüzde iyice
gelişmiş olan eğilimleri ele alacağım. Ayrıca, hiç
de kesin olmayan bir şeyi, uygarlığımızın sürüp
gideceğini varsayacağım. Uygarlığımız savaşlar
sonucunda yok olabilir, veya Roma İmparatorluğu'nda
olduğu gibi yavaş yavaş çökebilir. Ama
eğer uygarlığımız sürecekse, bazı özellikler
edinmesi olasıdır. Bunları saptamaya çalışacağım.

  Makinenin yaşamımıza katılmasıyla, ve daha
çok bunun bir sonucu olarak, toplumda bir
değişim daha gerçekleşmiştir: toplumun eskisine
göre çok daha örgütlü bir hale gelmiş olması.
Matbaa, demiryolu, telgraf ve -şimdi de- radyo
çağdaş devlet ve uluslararası finans kuruluşları
gibi büyük kurumlara teknik kolaylıklar getirmiştir.
Bir Hintli ya da Çinli köylünün yaşamında
kamu işlerinin hemen hemen hiç yeri yoktur.

  Halbuki İngiltere'de en uzak kırsal bölgelerde
bile bunlar neredeyse herkesin ilgilendiği
konulardır. Son zamanlara kadar durum böyle
değildi. Jane Austen'dan anladığımıza göre, onun
zamanındaki kırsal üst-orta sınıf Napolyon
savaşlarını uzun boylu umursamamıştı. Çağımızdaki
en önemli değişimin daha sıkı bir sosyal
örgütlenme eğilimi olduğunu söyleyebilirim.

  Bilimin buna bağlı olan bir başka sonucu da
dünyanın daha çok bütünleşmiş olmasıdır. Onaltıncı
yüzyıldan önce Amerika ve Uzak Doğu'nun
Avrupa ile hemen hiç ilişkisi yoktu. O zamandan
bu yana ilişkileri giderek yakınlaşmaktadır.
Roma'da Augustus, Çin'de Han İmparatoru aynı
anda kendilerini dünyanın efendisi olarak
görüyorlardı. Şimdilerde böyle güzel düşler
olanaksızdır. Dünyanın hemen her bölgesi hemen bütün
öteki bölgelerle ilişki içindedir. Bu ilişkiler
dostça veya düşmanca olabilir; ama her iki halde de
önemlidirler. Dalai Lama (Tibet budistlerinin
başkanı) yüzyıllar süren yalnızlıktan sonra
birden Rusların ve İngilizlerin ilgi odağı oldu ve bu
sıkıcı ilgiden kurtulmak için Pekin'e sığındı.
Ancak orada da bütün maiyetini Amerika'dan gelen
kodak makineleriyle donanmış olarak buldu.

  Daha sıkı toplumsal örgütlenme ve daha geniş
bütünleşmeye ilişkin bu iki önermeden çıkan
sonuca göre uygarlığımızın gelişmesi için
bütün dünyayı kontrolü altına alacak merkezi
bir otoritenin oluşturulması zorunludur. Bu
yapılmazsa anlaşmazlıklar çoğalacak, ve toplum
duyarlığının güçlenmesi sonucu savaşlar
daha sıklaşacaktır. Merkezi otorite bir
hükümet şeklinde olmayabilir; olmamasını da daha
olası görüyorum. Bu otoritenin, savaşta taraf
olan ülkelere verilen ödünç paraların çoğunlukla
geri ödenmediğini görüp barışın kendi
yararlarına olduğuna kanaat getirmiş bulunan
sermaye sahiplerinden oluşması çok daha
olasıdır.

  Ya da, bu otorite tek bir güçlü devlet
-Amerika- veya bir grup devlet -Amerika ve
İngiliz İmparatorluğu- de olabilir. Ancak bu
noktaya gelinmeden önce, dünyanın Amerika
ve Rusya arasında fiili olarak paylaşılacağı
uzun bir dönem olabilir; Amerika Batı
Avrupa'da ve onun özerk dominyonlarında, Rusya
da Asya'da kontrolü ele alabilir. Böyle iki
grup, savunma açısından güçlü, saldırı açısından
ise zayıf olur ve bir yüzyıl veya daha uzun
süre varlıklarını sürdürebilirler. Ancak sonunda
-en azından yirmibirinci yüzyılda herhangi
bir zamanı kastediyorum- ya büyük bir felaket
olur ya da bütün dünyayı kontrol altına alan
merkezi bir otorite kurulur. Uygar insanlığın
yeterli sağduyuya ulaşmasıyla, ya da Amerika'nın
yeterli güce sahip olmasıyla, barbarlığa
bir dönüş olan bu felaketin önleneceğini düşünüyorum.

  Böyle olursa, kurulacak merkezi otorite
ne gibi yetkilere sahip olmalıdır?
Her şeyden önce ve en önemli olarak, savaş
ve barış konularında karar verebilmeli; veya,
eğer savaş çıkarsa desteklediği tarafın çabuk
bir zafer kazanmasını güvence altına alabilmelidir.
Bu sonuç, biçimsel bir siyasal kontrol olmadan
da, yalnız parasal üstünlükle sağlanabilir.
Savaşlar gittikçe daha bilimsel, dolayısıyla
gittikçe daha pahalı olacağından, dünyanın
önde gelen finans kaynakları birleşirlerse, borç
vererek veya vermeyerek sonucu saptayabilirler.
Versailles Antlaşması'ndan sonra Almanya'ya
uygulanan baskıya benzer baskılarla, istemedikleri
herhangi bir grubun silahsızlanmasını sağlayabilirler.

  Bu yolla dünyanın bütün büyük ordularını giderek
kontrolleri altına almış olurlar. Yapmaları gereken
bütün etkinlikler için bu bir temel koşuldur.
Antlaşmaları gözden geçirmek ve anlaşmazlıklara
müdahale etmek dışında, merkezi otoritenin karara
varması gereken üç konu daha vardır. Bunlar: (1) toprağın
çeşitli ulusal devletler arasında bölüştürülmesi, (2) bir ulusal
devletin sınırlarından ötekine nüfus hareketleri,
(3) hammaddelerin onlara talip olanlar arasında
bölüştürülmesidir. Bu konular biraz
açıklama gerektiriyor.

  (1) Günümüzde bölgesel bağlılık sorunları, eskiden
kişinin hükümdara olan bağlılığının bir
uzantısı olarak, saçma bir ciddiyetle ele alınmaktadır.
Bir ülkede yaşayan bir kimse, yaşadığı yörenin
bir başka devlete ait olması gerektiği
yolunda bir düşünceyi dile getirirse, suçu vatana
ihanettir ve sert cezalara çarptırılır. Ama ne
olursa olsun, bu kişinin görüşü, bir görüş olarak,
herhangi başka bir siyasal sorun kadar meşrudur.
Örneğin, Croydon'da oturan bir vatandaşın,
Croydon'un Londra'nın bir semti olduğunu
ileri sürmesi karşısında dehşete kapılmıyoruz.

  Ancak Kolombiya uyruklu bir kişi, köyünün
Venezuella'ya ait olması gerektiğini söylerse devlet
onu korkunç bir suçlu olarak niteler. Merkezi
otorite ulusal devletlerin bu tür önyargılı
davranışlarını önleyecek; sınır düzenlemelerini
akılcılıkla, yani yöre insanlarının istekleri
doğrultusunda, ve ekonomik, kültürel mülahazaları da
göz önüne alarak yapmak zorunda olacaktır.

  (2) Nüfus hareketlerinin yıldan yıla ağırlaşan
sorunlar çıkarması olasıdır. Nüfusun ücretlerin
düşük olduğu yerlerden yüksek olduğu
yerlere akması doğaldır. Buna tek bir ülke
sınırları içinde izin verilmektedir; ancak İngiliz
İmparatorluğu gibi çok uluslu bir federasyon sınırları
içinde, kişilerin bir baştan öteki başa dolaşmaları
serbest değildir. Asyalı göçmenlerin
Amerika'ya ve özerk dominyonlara girmeleri hemen
tümüyle yasaklanmıştır; Avrupalıların
Amerika'ya göçleri de giderek sınırlandırılmaktadır.

  Bu konunun her iki tarafında yer alan
kuvvetler çok güçlüdür. Bunlar Asya militarizmini
yüreklendirmektedir ve sonunda, diyelim
ki beyaz ırktan uluslar arasındaki ilk büyük
savaş sırasında, bu militarizmi beyaz ırkı tehdit
edecek ölçüde güçlendirebilirler.

  Sonunda, eğer büyük savaşlar önlenir ve tıp
ile hijyen sayesinde genel sağlık büyük ölçüde
düzelirse; barışın ve refah düzeyinin korunabilmesi
için gelişmiş ülkelerde halen yapıldığı gibi,
geri kalmış ulusların da nüfus artışlarını sınırlamaları
gerekecektir. Doğum kontrolüne ilke olarak karşı çıkanlar
ya aritmetik bilmiyorlar, ya da savaş, salgın hastalık
ve açlığın insan yaşamının kalıcı bir özelliği olmasından
yanadırlar. Merkezi otoritenin geri kalmış ırklar ve
halk kesimleri üzerinde doğum kısıtlaması yapma
yetkisi olacağı ve hükümetlerin şimdi yaptığı
gibi, yalnız akıllı insanların küçük aileleri olmasında
ısrar etmeyeceği umulur.

  (3) Son konu, yani hammaddelerin paylaşılması,
belki de bunların en önemlisidir. Savaşlar
hammadde ile çok yakından ilintili gibidir. Petrol,
demir ve kömürün savaş öncesi anlaşmazlıklardaki
olumsuz rolleri iyi bilinir. Hammaddelerin adilane
bölüşüleceğini düşünmüyorum; sadece, mutlak güce sahip
bir otorite tarafından bölüştürüleceğini söylüyorum.
Adalet sorunları başarıyla çözümlenmeden önce, dünyanın tek
bir ekonomik ve siyasal güç olarak düzenlenmesi
sorununun çözümlenmesi gerektiği kanısındayım.
Ben bir enternasyonal sosyalistim; ama
enternasyonelleşmenin sosyalizmden önce gerçekleşmesini umuyorum.

  2

  Savaşları arasıra ortaya çıkan ve çabucak
bastırılan başkaldırmalar düzeyine indirecek
güçte bir merkezi otoritenin gelecek yüz elli
yılda oluşacağını varsayalım. Bu gelişmenin
beraberinde getirmesi olası olan ekonomik değişiklikler
nelerdir? Genel refah düzeyi artar mı? Rekabet
ayakta kalır mı yoksa üretim tekelci bir
biçim mi alır? Tekeller oluşacaksa bunlar özel
sektörün mü yoksa devletin mi elinde olur?
Emeğin ürünlerinin dağılımındaki adaletsizlik
şimdi olduğundan daha az olur mu?

  Burada iki değişik tür soru bulunuyor. Bunlardan
biri ekonomik düzenin biçimi ile, ikincisi
de bölüşüm ilkeleriyle ilgilidir. Bölüşüm ilkeleri
siyasal güce dayanır; her kesim ve her ülke, her
zaman, elinden geldiği kadar büyük payı alır;
bu payın büyüklüğünü saptayan da, sonunda,
silahlı kuvvetler olur. Şimdilik bölüşümü bir
yana bırakalım ve önce düzenlemeyi ele alalım.
Geçmişi incelediğimizde örgütleşme konusunda
utanç verici bir olguyla karşılaşırız. Her ne
zaman örgütleşme alanı bazılarının yararına
olarak genişletilmek istenmişse, bu genişleme
muhakkak -ufak tefek istisnalar dışında- güçlü
olanların güç kullanmasıyla gerçekleştirilmiştir.

  İsteğe bağlı olarak federasyon oluşturulmasının
yegane yol olduğu durumlarda ise birlik hiç
gerçekleşmemiştir. Eski Yunan'da Makedonya'ya
karşı, onaltıncı yüzyıl İtalyasında Fransa ve
İspanya'ya karşı, günümüz Avrupasında da Amerika
ve Asya'ya karşı durum böyle olmuştur. Bu
nedenle, merkezi otoritenin güç kullanarak, ya
da kullanma tehdidiyle oluşturulacağını
varsayıyorum; birbiriyle uzlaşamayan Büyük
Devletler'i zorlayabilecek güce hiçbir zaman
ulaşamayacak olan Milletler Cemiyeti gibi gönüllü
kuruluşlar tarafından değil. Bunun yanında, merkezi
otoritenin gücünün, temelde ekonomik nitelikte
olacağı; bir yandan hammadde kaynaklarına,
bir yandan da parasal kredilerin kontrolünü
elde tutmaya dayanacağını sanıyorum. Onun,
başlangıçta, bir veya birkaç büyük devlet
tarafından el altından desteklenen, bir grup
sermaye sahibinden oluşacağını öngörüyorum.

  Bunlardan şu sonuç çıkıyor: ekonomik yapının
temelinde tekelleşme olacaktır. Örneğin,
dünyanın bütün petrol kaynakları tek elden
kontrol edilecektir. O zaman, uçakların ve
petrolle çalışan savaş gemilerinin, merkezi
otoriteye ters düşen devletlere hiçbir yararı
olmayacaktır -ani bir saldırıyla bir petrol
yatağı ele geçirmek dışında. Aynı durum, o kadar
belirgin olmasa da, başka alanlarda da söz
konusudur.

  Daha şimdiden dünya piyasalarında
et arzının büyük bölümü Chicago'daki Beş
Büyükler'in kontrolündedir; onların kendileri de
bir ölçüde Messrs. J.P. Morgan Co.'ye bağlıdırlar.
Hammaddeden ürüne giden uzun bir yol vardır
ve herhangi bir aşamada tekel araya
girebilir. Petrol için bu aşama doğal olarak
kaynakta gerçekleşir.
Başka konularda, tekelciye kontrol fırsatı verenler ise limanlar,
gemiler veya demiryolları olabilir. İşe nerede karışırsa karışsın
tekelci, diğer bütün kesimlerden daha güçlüdür.

  Sürecin herhangi bir aşamasındaki bir tekel,
bu tekeli daha önceki ve daha sonraki aşamalara
da genişletmek eğiliminde olacaktır. Ekonomik
tekelin genişlemesi örgütleşmeyi büyütme
yolundaki genel eğilimin bir parçasıdır; o da
devletin siyasal yönden daha büyümesi ve güçlenmesi
ile kendini gösterir. Bu nedenle son yarım
yüzyıldır süregelen rekabeti ortadan kaldırmaya
yönelik sürecin bundan sonra da devamını güvenle
bekleyebiliriz. Doğal olarak, sendikaların
işçiler arasındaki rekabeti azaltmaya devam
edeceği varsayılmalıdır. İşverenler örgütlenirken
ücretlilerin karşı-örgütlenmesinin yasalarla
önlenmesi gerektiği yolundaki görüşün
uzun süre devam edebilecek bir görüş olmadığı
ortaya çıkacaktır.

  Güvenli barış ve üretimin iyi bir şekilde
yönlendirilmesi, eğer nüfus artışı yoluyla
yutulmazsa, maddi refahta büyük artışa yol açacaktır. Bu
aşamada, dünya sosyalist de kapitalist de olsa
bütün kesimlerin ekonomik durumlarının iyileşmesini
bekleyebiliriz. Bu da bizi ikinci sorunumuza,
dağıtım sorununa getirir.

  Bir yerde, güçlü bir devletle -ya da ittifak
halindeki birkaç devletle- içiçe olmuş güçlü
bir grup varsa, bu grubun zenginliğin büyük
bölümünü kendine ayıracağı ortadadır. Bunlar
işçi ücretlerini de devamlı artırarak güçlü
devletin halkında da bir hoşnutluk yaratacaklardır.
Daha önce İngiltere'de öyle olmuştu;
Amerika'da öyle olmaktadır. Ülkenin toplam
gelirinde hızlı bir artış olduğu sürece, kapitalistler
için uygun zamanlarda uygulanan para
politikaları yoluyla, sosyalist propagandaların
başarısını önlemek kolaydır. O kadar şanslı
olmayan ülkeler de emperyalist yöntemlerle
yola getirilebilirler.

  Ancak, böyle bir sistemin demokrasi, yani
sosyalizm doğrultusunda gelişmesi olasıdır;
çünkü sosyalizm birçok sanayi dalında temel
aşamasına erişmiş olan bir toplumdaki ekonomik
demokrasiden başka bir şey değildir. İngiltere'nin
siyasal gelişimi bu paralelde ele alınabilir.
İngiltere'nin birliği bir kral tarafından, Wars
of the Roses sonrasında 7. Henry tarafından
gerçekleştirilmiştir. Birliği sağlamak için
krallık otoritesi gerekliydi; ancak bütünlük
tamamlandıktan hemen sonra demokrasiye doğru bir
hareket başlamış; ve, onyedinci yüzyılda yaşanan
sıkıntılardan sonra, demokrasinin kamu
düzeniyle bağdaştığı anlaşılmıştı.

  Biz şimdi Wars of the Roses'dan 7. Henry'ye geçişi
andıran bir ekonomik konumdayız. Zorbaca da olsa
ekonomik birliğe bir kere ulaşıldıktan sonra
ekonomik demokrasi hareketi büyük güç kazanacaktır;
çünkü artık anarşi korkusu söz konusu değildir.
Azınlıklar ancak kamuoyunun güçlü
desteği olursa güçlerini koruyabilirler; çünkü
ordularının, donanmalarının ve bürokratlarının
sadakatle hizmet etmelerine gereksinimleri vardır.
Ekonomik otoriteyi elinde tutanların, kendilerinden
ödün vermeyi akıllıca bulacakları durumlar
sürekli olarak ortaya çıkacaktır. Onlar
da, olasılıkla, işleri yönlendirirken, daha az
şanslı kesimlerin ve ülkelerin temsilcileriyle
ilişki içine girecekler ve bu süreç demokratik bir
rejim kuruluncaya kadar devam edecektir.

  Merkezi otoritenin bütün dünyayı kontrolü
altında tutacağını varsaydığımıza göre, bu
otoritenin uygulayacağı demokrasi yalnız beyaz ırkı
değil Asya ve Afrika ırklarını da kapsayan bir
uluslararası demokrasi olmalıdır. Şu anda Asya
öyle hızlı gelişmektedir ki, böyle bir dünya
yönetimi oluştuğunda Asya da yönetimde önemli yer
alabilecek bir duruma gelebilir. Afrika, çözülmesi
daha zor bir sorundur. Ancak Afrika'da bile
Fransızlar -ki bu konuda bizden ileridirler- çarpıcı
sonuçlar elde etmektedirler; önümüzdeki
bir yüzyıl içinde nelerin başarılabileceğini ise
hiç kimse kestiremez. Bu nedenlerle, merkezi
otoritenin kurulmasından sonra çok geçmeden,
bütün sınıflar ve uluslar için ekonomik adalet
içeren, dünya çapında bir sosyalist sistemin
kurulabileceği sonucuna varıyorum. Ve, böyle bir
sistem kurulacaksa bunu politik dinamiğin
doğal işleyişinin gerçekleştireceği kesin gibidir.

  Bununla beraber, sınıf ayırımcılığının sürüp
gitmesine yol açabilecek başka olasılıklar da
yok değildir. Güney Afrika'da ve Amerika'nın
güney eyaletlerinde olduğu gibi beyazlarla
zencilerin yanyana yaşadıkları yerlerde, beyaz ırk
için demokrasiyi zenciler için yarı kölelik
koşullarıyla bir arada götürmenin mümkün olduğu
görülmüştür. Gelişmenin büyük ölçüde gerçekleşmesini
engelleyen şey, İngilizce konuşulan
ülkelerin çoğu bölgelerinde işçi kesiminin beyaz
olmayan ırkların göçüne itiraz etmesidir. Bu da
akılda tutulması gereken bir olasılıktır. Bu
konuya ileride tekrar döneceğim.

  3

  Önümüzdeki iki yüzyıl içinde aile kurumunda
nasıl bir gelişme beklenebilir? Bunu bilemeyiz;
ancak, önlem alınmadığı takdirde belirli
sonuçlara yol açabilecek bazı etkenler üzerinde
durabiliriz. Şunu hemen belirtmek isterim ki,
söyleyeceklerim olmasını arzu ettiğim şeylerle değil,
olmasını tahmin ettiğim şeylerle ilgilidir ve bu
ikisi çok farklı şeylerdir. Dünya, geçmişte hiçbir
zaman benim arzu edebileceğim şekilde gelişmedi;
gelecekte bunun farklı olması için de bir
neden görmüyorum.

  Çağdaş uygar toplumlarda aileyi zayıflatma
eğilimi gösteren bazı şeyler var; bunların
başında da çocuklara karşı oluşan insancıl
duygusallık geliyor. Çocukların ana-babalarının
şanssızlıklarından ve hatta günahlarından dolayı,
elden geldiği ölçüde, acı çekmemeleri gerektiği
düşüncesi gittikçe daha çok benimsenmektedir.
İncil'de öksüzlerin kaderinin hep çok hüzün
verici olduğundan söz edilir ve kuşkusuz bu
doğrudur da. Şimdilerde ise onlar diğer
çocuklardan pek de fazla acı çekmiyorlar.

  Devlet ve yardım kurumlarınca, ihmal edilmiş çocuklara
yeterli yardım yapma eğilimi giderek artacak; bu
yüzden de, çocuklar sorumsuz ana-babalar veya
vasilerce gittikçe daha çok ihmal edilecektir.
İhmal edilmiş çocukların bakımı için kamu
fonlarından yapılan giderler giderek o ölçüde
artacaktır ki, mali durumları iyi olmayan insanların
çoğu çocuklarını devlete bırakmak olanağından
yararlanmaya yönelecektir. Sonunda, şimdi eğitimde
olduğu gibi, belirli bir ekonomik düzeyin
altında olan hemen herkes öyle yapacaktır.

  Böyle bir değişimin etkileri çok kapsamlı
olur. Ana-babalık sorumluluğu kalkınca evlilik
eskisi kadar önemli görülmeyecek ve çocuklarını
devlete bırakan kesimler de yavaş yavaş ortadan
kalkacaktır. Uygar ülkelerde bu koşullarda
edinilen çocuk sayısı herhalde çok az olacaktır
ve devlet, istenilen vatandaş sayısına göre belirlenen
bir ölçütle, anneler için bir ödeme saptayacaktır.
Bütün bunlar çok uzak değildir; yirminci
yüzyıl sona ermeden İngiltere'de kolaylıkla
gerçekleşebilir.

  Bütün bunlar, kapitalist sistem ve uluslararası
anarşinin geçerli olduğu dönemde gerçekleşirse
sonuçların korkunç olması beklenir. İlk olarak,
gerçekte ne ana-babaları ne de çocukları
olan emekçiler ile, miras hakkıyla birlikte
yürüyen aile sistemini koruyan, hali vakti yerinde
kesim arasında derin bir ayrılık oluşacaktır.

  Devlet tarafından eğitilen emekçilere, eskiden
Türkiye'deki yeniçerilere uygulanana benzer
şekilde, tutkulu bir askeri sadakat aşılanacaktır.
Devletin çocuklar için uyguladığı ödeme tarifesini
düşürmek ve diğer ülke insanlarını öldürecek
askerleri sağlamak için, kadınlara çok çocuk
yapmanın bir görev olduğu öğretilecektir.
Devletinkine karşı koyacak ana-baba propagandası
olmayınca çocuklara aşılanabilecek yabancı
düşmanlığının sınırı da olmayacaktır. Böylece,
çocuklar büyüdükleri zaman efendileri için körü
körüne savaşacaklardır. Görüşleri iktidar
tarafından hoş karşılanmayan kişiler, çocukları
ellerinden alınarak devlet kurumlarına gönderilmek
suretiyle cezalandırılacaklardır.

  Böylece, yurtseverlik ve çocuklara karşı
insancıl duygusallığın birlikte uygulanmasıyla,
toplumun adım adım iki kasta bölünmesi hiç de
olanak dışı değildir; üst tabakadakiler evlilik
kurumunu ve aile bağlarını koruyacak, alt
tabakadakiler yalnız devlete sadakat besleyeceklerdir.
Askeri nedenlerle devlet, para ödeyerek
emekçilerde yüksek doğum oranını, hijyen ve tıp
da düşük ölüm oranını güvenceye alacaktır.

  Böylece de, dünya nüfusunu sınırlandırmanın
açlık dışındaki tek yöntemi savaşlar olacak;
açlık da, ulusların birbiriyle çarpışması yoluyla
önlenmeye çalışılacaktır. Bu koşullarda,
Ortaçağ'daki Hun ve Moğol istilalarıyla
karşılaştırılabilecek korkunç savaşlarla dolu bir dönem
gelecektir. Tek umut bir veya birkaç ülkenin zafere
çabuk ulaşmasında yatacaktır.

  Eğer dünya çapında bir merkezi otorite önceden
kurulursa, devletin çocukların sorumlulğunu
almasının sonuçları bu söylenenlerin tam tersi
yönde olacaktır. Bu durumda, merkezi otorite
çocukların militarist milliyetçilikle eğitilmesine,
devletlerin ekonomik yönden arzu edilenin ötesinde
nüfus artışı için harcama yapmalarına izin
vermeyecektir. Devlet kurumlarında yetişen
çocuklar, askeri gereksinimlerin giderilmesiyle,
hemen kesinlikle, bugünün ortalama çocuklarından
zihnen ve bedenen daha çok gelişecekler, bu
nedenle de çok hızlı bir ilerleme olanaklı olacaktır.

  Merkezi otorite daha önce kurulmuş olsa bile,
dünya yine kapitalist düzen içinde kalırsa,
sonuç, sosyalizmin benimsenmesi durumundan
çok farklı olacaktır. Birinci halde, toplumda
kastlar arasında az önce sözünü ettiğimiz derin
ayrılıklar oluşacak; üst tabaka aile kurumunu
koruyacak, alt tabakada da ana-babaların yerini
devlet alacaktır. Zenginlere karşı başkaldırmaları
önlemek için alt tabakada uysallığı sağlamaya
gerek duyulacaktır. Bu da daha alt düzeyde
bir kültür demek olacak ve, belki de, zenginleri
beyaz ya da sarı ırktan olanlar yerine siyah
ırktan emekçilerin çoğalmasını teşvik etmeye
yöneltecektir. Bu yolda beyaz ırk giderek sayıca
küçük bir aristokrasiye dönüşebilecek; sonunda
da bir zenci ayaklanmasıyla yok olabilecektir.

  Beyaz ırktan ulusların çoğunda siyasal
demokrasi yürürlükte olduğu için bütün bunlar fantezi
olarak algılanabilir. Ancak ben her yerde demokrasinin,
zenginlerin çıkarlarını geliştirecek şekilde
eğitim yapılmasına yol açtığını gözlüyorum.

  Öğretmenler komünist diye işten atılıyorlar; ama
tutucu oldukları için atılan yok. Bunun yakın
zamanda değişeceğini varsaymak için hiç bir neden
de görmüyorum. Sıraladığım bütün bu nedenlerle,
eğer uygarlığımız, daha uzun süre zenginlerin
çıkarlarını kollamayı sürdürürse, kanımca sonu
karanlık olacaktır. Uygarlığın çöküşünü istemediğim
içindir ki bir sosyalist oldum.

  Eğer biraz önce söylediklerim yanlış değilse,
ayrıcalıklı bir azınlık dışında aile büyük
olasılıkla yok olacaktır. Bu nedenle, ayrıcalıklı bir
azınlık da olmazsa, ailenin toptan yok olması
beklenebilir. Bu sonuç biyolojik açıdan kaçınılmaz
gibi görünüyor. Aile, kendi başlarına yaşamlarını
sürdüremeyecek oldukları yıllarda çocukları
koruyan bir kurumdur. Karıncalarda ve
arılarda bu işlevi toplum üstlenir; aile yoktur.

  İnsanlarda da, eğer bebeklerin yaşamı ailenin
korunması dışında da güvende olursa, aile
yaşamı giderek yok olacaktır. Bu, insanların
duygusal yaşamında çok derin değişikliklere, geçmişin
sanat ve edebiyatından tümden kopmalara yol
açar. İnsanlar arasındaki farklılıklar da azalır;
çünkü artık ana-babalar çocuklarını, kendilerine
özgü nitelikleri onlara geçirecek şekilde
eğitemeyeceklerdir. Cinsel aşk daha az ilginç, daha
az romantik olacak; belki de bütün aşk şiirleri
saçma bulunacaktır. İnsan doğasındaki sanat,
bilim, politika gibi duygusal ögeler başka çıkış
yolları arayacaktır (Disraeli için politika
romantik bir serüvendi). İnsan yaşamının duygusal
dokusundan birşeylerin gerçekten yok olacağını
düşünmekten kendimi alamıyorum. Ama
güvencedeki her artış bu türden bazı kayıpları
içeriyor. Buharlı gemiler yelkenliler kadar,
vergi tahsildarları eşkiyalar kadar romantik
değillerdir.

  Belki de, güvenlik içinde olmak sonunda
sıkıcı gelecek ve insanlar salt can sıkıntısından
kurtulmak için yıkıcı olacaklardır. Ama bu tür
olasılıklar saymakla tükenmez.

  4

  Günümüzde kültürün eğilimi, sanat ve edebiyattan
uzak, bilim doğrultusundadır; böyle sürüp
gitmesi de olasıdır. Kuşkusuz, bunun nedeni
bilimin yaşantımızda çok büyük yararlar sağlamasıdır.
Rönesans'tan gelen ve sosyal prestijle
desteklenen güçlü bir edebiyat geleneğimiz
vardır. Bir "beyefendi" biraz Latince bilmelidir;
ancak bir lokomotifin nasıl çalıştığını bilmese de
olur. Ne var ki, bu geleneğin sürmesi "beyefendi"yi
başkalarından daha az yararlı kılmaktan
başka işe yaramaz. Sanırım, uzun olmayan bir
süre sonra, bilim alanında birşeyler bilmeyen
bir kimsenin eğitim görmüş kişi sayılmayacağını
varsayabiliriz.

  Bu olumlu birşey; ancak bilimin, zaferlerini
kültürümüzün başka yönlerden yoksullaşması pahasına
kazanıyor olması üzülecek birşey. Sanat gün
geçtikçe daha çok bir zümrenin ya da birkaç
zengin sanatseverin işi olmaktadır. Sanat, sıradan
insan için, din ve kamu yaşamıyla bağlantılı olduğu
zamanlardaki kadar önemli değildir. St. Paul Katedrali'nin
yapımı için harcanan para Hollandalıları yenmemiz için
donanmamıza verilebilirdi; fakat 2. Charles döneminde
(1630-1685) St. Paul'ün daha önemli olduğu
düşünülmüştü. Daha önce estetik yönden övülmeye
değer sayılan duygusal gereksinimler giderek daha
önemsizleşen yollarla gideriliyorlar: günümüzde dans ve
dans müziğinin, genelde, daha az uygar olan bir toplumdan
ithal edilmiş olan Rus Balesi dışında, sanatsal hiçbir
değeri yoktur.

  Sanatın önemini yitirmesi, korkarım
kaçınılmazdır ve atalarımızdan daha dikkatli ve
faydacıl olan yaşama biçimimizle bağıntılıdır.
Bir yüz yıl kadar sonra, az çok eğitim görmüş
herkesin bir hayli matematik, biraz biyoloji
ve büyük ölçüde de makine yapımı bileceğini
tahmin ediyorum. Eğitim, bir azınlık dışında,
daha çok "dinamik" denilen, yani insanlara
duyu ve düşünceden çok, `yapmayı' öğretici türden
olacaktır. İnsanlar her işi büyük bir beceriyle
yapacaklar, ancak bu işlerin yapmaya değer
olup olmadığını rasyonel bir biçimde değerlendirmekten
aciz olacaklardır.

  Belki de resmi bir "düşünürler" tabakası, bir
de "duygucular" tabakası oluşacak; bunlardan birincisi Royal
Society'nin, (Royal Society: İngiltere'de 1660'da kurulmuş en eski bilim
adamları derneği. (Ç.N.)) İkincisi de Royal Academy ile Piskoposluk
federasyonunun birer uzantısı olacaktır.
Düşünürlerce elde edilen sonuçlar devletin
malı olacak ve, yerine göre, yalnız Milli Savunma'ya,
Amiralliğe, ya da Hava Kuvvetleri Bakanlığı'na
açıklanacaktır. Eğer düşman ülkelerde
hastalık yayma işi zamanla görevleri arasına
alınırsa, belki Sağlık Bakanlığı da bu araya
girebilir.

  Resmi duygucular okullarda, tiyatrolarda,
kiliselerde hangi duyguların yayınlanacağını
saptayacaklar, ama bu duyguların nasıl
yaratılacağını keşfetmek resmi düşünürlerin
işi olacaktır. Okul çocuklarının haylazlıkları
göz önüne alınırsa, resmi duygucuların kararlarının
devlet sırrı olarak nitelendirilmesinin yerinde olacağı
düşünülebilir. Bununla birlikte, bir Kıdemli Sansürcüler Komitesi'nce
onaylanan resimlerin sergilenmesine ve vaazlar
verilmesine izin verilecektir.

  Radyo yayınları da günlük gazeteleri herhalde
silip süpürür. Azınlık görüşlerini dile getirmek
için bir iki haftalık dergi başını kurtarabilir.
Okuma ise, yerini gramofona, ya da ondan
daha iyi bir icada bırakacağından, nadiren yapılan
bir iş olacaktır. Bunun gibi, günlük yaşamda
yazma yerine de diktafon kullanılacaktır.

  Eğer savaşlar ortadan kalkar ve üretim bilimsel
olarak düzenlenirse, herkesin rahatça
yaşaması için günde dört saatlik çalışmanın
yeterli olması olasıdır. Bu süre kadar çalışıp
boş zamanın keyfini çıkarmak mı, yoksa daha
çok çalışıp lüks şeylerin keyfini çıkarmak mı
sorusu tartışmaya açıktır. Galiba bazıları birini,
bazıları da diğerini seçecektir. Pek çok kişi
boş saatlerini, kuşkusuz, dansederek, futbol
seyrederek, ya da sinemaya giderek geçirecektir.
Çocuklar için endişeye gerek yoktur; devlet
onlara bakar. Hastalık çok seyrek görülecek;
gençleştirme yoluyla yaşlılık ölümden kısa bir
süre öncesine kadar ertelenebilecektir. Dünya
bir hedonist (hazcı) cenneti olacak; ve de
hemen herkes bu yaşamı dayanılmaz ölçüde can
sıkıcı bulacaktır.

  Böyle bir dünyada yıkıcı dürtülerin karşı
konulmaz olabileceğinden korkulur. R.L. Stevenson'un
İntihar Kulübü burada yaşama geçebilir;
sanatsal cinayetlerle uğraşan gizli dernekler
de kurulabilir. Geçmişte yaşam tehlikeli olduğu
için ciddiye alınmış, ciddi olduğu için de
ilginç olmuştur. Eğer insan doğası değişmezse,
tehlike olmayınca hayatın tadı kalmayacak ve
biraz heyecan bulmak umuduyla insanlar her
türlü aşağılık kötülüklere başvuracaklardır.

  Bu ikilem kaçınılmaz mıdır? Yaşamın sıkıntılı
yönleri, onun en iyi yönleri için gerekli midir?
Sanmıyorum. Eğer insan doğası, cahil insanların
hala sandığı gibi, değiştirilemez ise durum gerçekten
umutsuzdur. Psikologlar ve fizyologlar sayesinde artık biliyoruz ki "insan
doğası" denilen şeyin en çok onda biri doğadan
gelmekte, geri kalan onda dokuz ise sonradan
oluşmaktadır. İnsan doğası dediğimiz şey, erken
eğitimde yapılacak değişikliklerle hemen
tümüyle değiştirilebilir. Bu değişiklikler, eğer
düşünce ve enerji bu alana yönelirse, en ufak
bir tehlikeye yol açmadan ve yaşamın ciddiyetini
yeterince koruyacak şekilde gerçekleştirilebilir.
Bunun için iki şey gereklidir: çocuklarda
yapıcı dürtüleri geliştirmek ve bunların yetişkinlikte
de devamı için olanakları sağlamak.

  Şimdiye kadar, yaşamda önemli sayılan şeylerin
en büyük bölümünü savunma ve saldırı oluşturmuştur.
Kendimizi açlığa, çocuklarımızı dünyanın ilgisizliğine,
ülkemizi ulusal düşmanlara karşı savunuruz; tehlikeli
ve düşman olduğunu sandığımız kimselere de sözle, ya da
fiziksel olarak saldırırız. Ancak, aynı ölçüde güçlü
olan başka duygu kaynakları da vardır. Estetik
yaratıcılık ya da bilimsel keşif duyguları, en
tutkulu aşk kadar güçlü ve yoğun olabilirler. Aşkın
kendisi ise bağlayıcı ve baskıcı olmasına karşın,
yaratıcı da olabilir. Doğru eğitim verildiğinde
insanların büyük çoğunluğu mutluluğu yapıcı
faaliyetlerde bulabilirler; yeter ki elverişli
olanaklar var olsun.

  Bu bizi ikinci gereksinimimize getiriyor. Yalnız
üst makamların emrettiği yararlı işlere değil,
yapıcı atılımlara da fırsat verilmelidir. Entellektüel
ve sanatsal yaratıcılığa, insan yaşamını
iyileştirmek için ileri sürülen düşüncelere,
yapıcı türden insan ilişkilerine hiçbir engel bulunmamalıdır.
Eğer bunların hepsi varsa ve eğitim de
isabetli türden ise; gereksinim duyanlar
için ciddi ve hareketli bir yaşam tarzına yine de
yer vardır. Bu durumda ve ancak bu durumda
yaşamın belli başlı kötülüklerini ortadan kaldırmak
için örgütlenmiş bir toplum kalıcı olabilir;
çünkü daha enerjik olan bireyleri için de doyum
olanağı sağlanmıştır.

  İtiraf etmeliyim ki, kanımca, uygarlığımızın
hata yapma olasılığının en yüksek olduğu konu
budur. Pek çok düzenlemeye gerek vardır; bu
kadar çok şeyde, olması gerekenden fazla şeylerin
de bulunacağı hemen hemen kesindir. Bunun
yol açacağı zarar, kişisel çaba olanaklarının
azalmasıdır. Çok geniş örgütler kişinin kendini
aciz hissetmesine, bu da çabanın zayıflamasına
yol açar. Bu tehlike yöneticilerin onu farketmesiyle
önlenebilir; ancak yöneticilerin, çoğunlukla,
yapıları gereği farkedemedikleri türdendir.

  İnsanın yaşam tarzını yönlendiren her düzenlemede,
sisteme yeteneklerin yozlaşmasına yol açan hareketsizliği
önleyecek, ama kargaşaya yol açmayacak ölçüde, anarşizm
enjekte etmeye gerek vardır. Bu da, teorik olarak çözümsüz
olmayan, ancak günlük yaşamın düzensizlikleri
içinde çözüm olasılığı pek bulunmayan hassas
bir sorundur.  SON  alıntı